BIST 100 9.722 DOLAR 32,56 EURO 34,91 ALTIN 2.425,22
17° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Kılıçdaroğlu’ndan tarihi çağrı

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Cumartesi günü evinin çalışma odasından yayınladığı video mesajı, aslında son yılların en önemli çağrısıdır. O yüzden, sadece muhataplarının ve siyaset âlemi aktörlerinin değil, tüm Türkiye’nin en üst seviyede ciddiye alması gereken bir çıkış, bir haykırış, bir uyarı ve bir “alarm sireni” niteliği taşımaktadır.

Üstelik, Kılıçdaroğlu’nun bu çağrıya kattığı “deadline” (zaman sınırı) hem siyasi niteliğini ve içeriğini güçlendirmek hem de “uyarıcılık” derecesini arttırmak açısından son derece önemlidir.

Aslında CHP liderinin yaptığı bu çağrı, içeriğinden hissedileceği üzere sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin memurlarını değil, valisinden kaymakamına her derecede mülki amirleri ve tabii ki yargı mensuplarını kapsayıcı bir muhtevası vardır. Zaten, asıl muhatabı da yargıdır ve öyle olmalıdır. Çünkü her iş dönüp dolaşıp yargıda bitmektedir. Yargı bağımsız karar verebiliyor olsa, bırakınız kamu yöneticilerini, bürokratları, memurları, devletin gücünü bizzat temsil eden siyasetçilerin dahi, yasalara aykırı tek bir emir verebilmeleri, talimat yayınlayabilmeleri, yasa çıkartabilmeleri mümkün olamazdı. Demokrasilerde, yani Parti Devlet olmayan sistemlerde rejimlerde, yargıdan dönebileceği ve insanı sorumlu duruma sokabilecek bir karara kimse imza atamaz.

Oysa, günümüzde bırakınız siyasi erki, yargıyı, bürokrasiyi, en alt derecede memurlar bile “İktidar partisinin kayıtsız şartsız emrine girmiş bir mekanizmanın çarkları, dişlileri, vidaları, somunları” hüviyetine bürünmüş gibidir.

Zaten yargıyı ve kolluk kuvvetini emrine almış ve istediği gibi kullanan bir siyasi anlayış, her istediğini yaptırabilmekte ve bunun hiçbir bedeli olmayacağı anlayışı ile, Anayasa’ya ve yürürlükteki yasalara aykırı bile olsa memleketi istediği gibi yönetebilmektedir.

En basit örneği, her türlü hak arayışının sopa ile (evet fiilen sopa) bastırılması pratiği değil midir? 3 tane kız/oğlan çocuğu ellerine bir pankart alıp bir caddede bir meydanda bir basın açıklaması yapmak istediğinde, aslında Anayasa’nın 34’ncü maddesinden, 2911 sayılı yasanın âmir hükümlerinden kaynaklanan haklarını kullanmaktadırlar. Ellerinde silah olmadığı ve yıkıp dökmedikleri, bir yere saldırmadıkları müddetçe kimsenin onlara dokunamaması gerekmez mi?

Ama, hem en ağır biçimde polis - jandarma şiddetine maruz kalmakta, hem de yargı önüne çıkarıldıklarında mahkemeler bu insanların aleyhinde karar vermekte, adeta “Emir alıyor göründükleri” siyasi iktidara (Parti Devleti) ters düşmemek için güvenlik kuvvetlerine dönüp, “Yahu siz ne yapıyorsunuz? Bu çocuklar yasal haklarını kullanmışlar. Nasıl olup da onları yaka paça, döverek, kafasını gözünü patlatarak benim karşıma getiriyorsunuz?” diyememektedirler.

Tam tersine, güvenlik kuvveti mensuplarının, yani tüm vatandaşlara yasaların emrettiği biçimde adil ve müşfik davranması gereken devlet memurlarının yasa ve hukuk dışı, suç teşkil eden uygulamalarına karşı yapılan itirazlara kulak tıkamaktadırlar.

Bu da “Yargı” ve “Kolluk” arasında, (Parti) devlet adına, devlet tarafını, daha da kötüsü “Parti Devleti”ni kollayarak yapılmış “Hukuksuz bir ittifak” anlamına gelmez mi?

Yine, mülki âmirlerin yani vali ve kaymakamların (ki kolluk kuvvetine emir verme durumunda olan da bunlardır) uygulamaları, her türlü hak arayışının ve hatta (Büyükada’da TÜRGA’nın yaptığı gibi yasalara aykırı olarak mekana çökme) hukuksuz uygulamaların önünü açan karar ve emirleri, Parti Devlet’e hizmet değilse nedir?

Bütün bu gerçekler ortada dururken, bu ülkenin Ana Muhalefet Lideri’nin Cumartesi günü yaptığı tarihi çağrı, çok önemlidir. Özellikle de “18 Ekim’den itibaren buna son veriniz” şeklinde bir ültimatom niteliği taşıması belki de “uyandırıcı-uyarıcı” olması açısından isabetlidir. Buradan anlıyoruz ki, muhalefet artık “belgelendirme ve gelecekte hesap sorma” mekanizmasını işletmeye karar vermiştir. Bu da vatandaş açısından (yani ülkenin çoğunluğu açısından) umut vericidir.

Zaten, iktidar mensuplarının, bizzat Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı, edep sınırlarını da aşarak (Soylu’nun çirkin ‘sarhoş narası’ benzetmesi) mukabele etmesi, bu konuda hissedilen endişe ve paniğin işaretleridir.

Bunu da nedeni, artık dağın taşın hissettiği bir şekilde “gideceklerini” hissetmenin ve belki de bu korkunun “bürokrasi kademelerine yayılması” endişesini duymanın tezahürü olabilir. TÜGVA yöneticilerinden birinin, “paralel örgütlenmeyi” ikrar edecek biçimde önce inkar sonra da “Belgelerimizi sızdırmış birileri” diye itirafta bulunması, belki de bir işaret fişeğidir.

İngilizce’de güzel bir tabir vardır:
“Whistleblower”… Bir ıslık, bir düdük, bir çığlık anlamında, “Bir yolsuzluğun, bir usulsüzlüğün, bir skandalın, bir ayıbın, bir suçun ortaya çıkarılması için sesini yükseltmeye karar veren ve cesaretle sesini çıkaran kişileri” tanımlamakta kullanılır.

Kılıçdaroğlu’nun bu tarihi çağrısı, kamudaki “Whistleblower”ların çoğalmasına hizmet edecekse, çok daha büyük önem taşır.

Kim ne duymuş ya da biliyorsa, sessiz kalmamalı, perde arkasında kapı arkasında, merdiven altında, kuytularda, karanlık mahfillerde, yasalara ve hukuka ve devlet geleneklerine aykırı kim neye tanık oluyor ya da biliyorsa ifşa etmelidir.

Suçlar belgelenmeli ve günü geldiğinde herkes hesap verebilmelidir. Ya da hesabını veremeyeceği şeye imza atmamalıdır. Çünkü, unutulmamalıdır ki, en alt kademede bile bir devlet memurunun bir kamu görevlisinin atacağı bir imza, ya da onaylayacağı bir hukuksuzluk milyonlarca vatandaşın yaşamanı doğrudan etkileme potansiyeli taşır.

Yaşamlarımız söz konusu olduğunda da kimse susmamalıdır.

Doğrunun yanında yer almalıdır.