BIST 100 9.722 DOLAR 32,53 EURO 34,86 ALTIN 2.423,14
19° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Peki, 'biz' hazır mıyız?

Hemen hemen herkes farkında bu durumun.

Türkiye'de, ilginç bir dönem yaşanmakta.

Hem siyasal (ve buna bağlı olarak ekonomik) hem de sosyal anlamda, topyekûn yeni bir döneme hazırlanıyor herkes.

Hani şu "borsacı - yatırımcı jargonu" ile "pozisyon almak" veya "beklentiyi satın almak" dediğimiz şey.

Umut edilen, gönüllerden geçen, gerçekleşeceği varsayılan ve herkesin yoğun çaba gösterdiği bir "Yeni Dönem Beklentisi"nden söz ediyorum.

Siyasal partilerin hemen hepsinin harıl harıl seçim çalışması içine girdiği, iktidar partisi dahil herkesin adeta "yarın olacakmış" gibi seçim sath-ı mailinden aşağı dolu dizgin seyrettiği bir dönem bu.

Bir şeylerin değişeceği ve "hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı" en azından bozulan ayarların normale dönüşmesi için bir süreç başlayacağı umudu hakim oluyor topluma, yavaş yavaş. Bürokrasi ve yargıda bile ufacık tefecik de olsa "izlerine - kıpırtılarına" rastlandığı haber verilen bir "iklim değişikliği" belirtisi.

İş insanları, yerli ve yabancı yatırımcılar, uluslararası finans kuruluşları, siyasetçiler siyasete girmeyi aklından geçirenler, şu an siyasette bulunup da, farklı bir saf tutmanın hesabı içinde olanlar...

Kısacası iktidarda ve muhalefette, ister istemez herkesin böyle bir haletiruhiye içinde olduğu gerçeği, artık gizlenemez halde.

Bunları izlerken, bir an kendi sektörümüzü düşündüm de...

Biz ne olacağız?

Ya da, biz ne yapıyoruz bu bağlamda?

Medya - Basın - Matbuat, adını ne koyarsanız koyun, geçen 20 yılda önemli bir değişim geçirdi. Her şeyi yıktıkları gibi, bizim sektörün de dibine megatonlarca patlayıcı koyup imha ettiler. Benim uzun süredir ısrarla "Cumhuriyeti Yıkım Ekibi" dediğim bugünün siyasi iktidar kadroları, ellerinden ne geliyorsa yaptılar memleketin iyi kötü "gazeteciliği unutmamış" kurumlarını berhava edip, gazeteciliği unutturup, var olan üç beş doğru dürüst kurumun da içini boşaltıp, emellerine eriştiler.

Aynı, gelir dağılımındaki uçurumu derinleştirdikleri gibi, orta sınıfı ortadan kaldırdıkları gibi, medyayı da kabaca "Yandaş Havuzu" ve "Düşman Kamptaki Lanet Olasıca Muhalifler" diye iki parçaya ayırdılar.

Yandaş patronların, üstelik de gazetecilikle bugüne kadar hiçbir bir ilgisi olmayan patronların ceplerine, kamu bankalarından döşedikleri hortumlarla yüz milyonlarca dolarlık ballı kredileri akıtarak, pazarın önemli bütün aktörlerini ele geçirdiler. Sadece kurumları iğdiş etmekle kalmadılar, bu kurumlardaki gazetecileri de ya "Yandaşlaşma" sürecine tabi tutarak (içim kan ağlayarak yazıyorum ama doğru) satın aldılar ya da kovaladılar.

Onca gazeteci, ya işsizlikten inim inim inleyerek yaşamak zorunda bırakıldı ve hâlâ inliyor ya da sayıları çok az olan, tiraj ve rating anlamında kısıtlı olanaklara karşın ayakta kalmaya çalışan bağımsız medyadaki kısıtlı yerlerde çalışabiliyorlar. Buna rağmen, gazeteciliğin onurunu ve namusunu korumak anlamında, açlık sınırında, yoksulluk sınırında, dava ve tehditlerle (ölüm tehditleri dahil) boğuşa boğuşa hayatta kalma çabasındalar.

Kendimden ve kendi çalıştığım işi kurumdan biliyorum.

Biri KRT TV, diğeri Cumhuriyet Gazetesi.

Sürekli olarak hem kurumsal baskılar ve davalar, resmi ve görünmez ilan ve reklam ambargoları, RTÜK cezaları, BİK cezaları ile mücadele ederek ayakta kalmaya çalışıyoruz.

Kimimiz elektrik, su, kağıt, mürekkep, uydu, bina kirası vb. düzenli giderlerimize bile yetişememe, ayın sonunu denk getireme, kişisel yaşamlarımızda da benzer kaygılara rağmen ayakta durabilme kavgası içindeyiz.

Önemli bir kesim gazeteci de, digital ortamın olanaklarına sarılıp kendi kanallarını veya bloglarını çalıştırıyorlar. Çok önemli ve olumlu örnekleri, bu yolla da iyi ve onurlu gazetecilik örnekleri veriyorlar.

Peki, bu hep böyle mi devam edecek?

Yani, yazının başında saydığım herkes "Yeni Dönem" için planlar ve projeksiyonlar yaparken, medya sektörünün bu yönde hazırlığı var mı?

Öyle ya, madem "eskisi gibi olmayacak"... O halde bizlerin de yakın geleceği tasarlamamız, planlamamız hazırlıklı olmamız gerekmez mi?

Gazetecilik, döneme göre değişen bir şey değil. Yani, bizler açısından gerçekten gazetecilik yapanlar, "rol yapmayan, mış gibi yapmayan" kesim açısından, yani mesleğin mensupları açısından bir değişiklik olmaz.

Ama benim kast ettiğim, medya alanına yatırım yapan, yapmaya hazırlanan ya da "yeni pozisyon alanlar" açısından neler yaşanıyor. Merak ediyorum.

Basın özgürlüğünün katledilmesinin bir ülkeye nelere mal olduğunu, benliğini iktidara satmanın maliyetinin sanılandan daha büyük olduğunu farkeden patron milleti de bunun farkına varacak mı? Ya da, bu dönemin geleneksel medya patronu sınıfı, (inşallah) bu işlerden elini ayağını çekecek de, farklı ve "innovatif" patronaj modelleri ile, medya sektörü belki de sıfırdan yeniden örgütlenecek mi?

Bunları da merak ediyorum.

Umut edilen yeni iklimde ve ortamda, gazeteci milleti de "örgütlülüğün" (sendikalaşmanın) değerini fark edip, yeni dönemde bunun aslında "şekilsel" değil en hayati gereksinim olduğunu anlayıp hayata geçirecek mi?

Örgütlü gazetecinin, televizyoncunun, radyocunun, ajanscının, muhabirin, foto muhabirin, kameramanın, sesçinin, ışıkcının, yönetmenin, editörün, prodüktörün, aslında "özgür medyaya giden yolun hayati parke taşları olduğunu" kavrayacak mıyız hep birlikte?

Ta 80'lerden 90'lardan beri adım adım "Plazalaştırılan" canım sektörümüzün, gazetesi ile radyosu ile TV'si ile ajansı ile, dergisi ile topyekûn yeniden "Babıalileştirilmesi" (eskinin olumlu örneklerini canlandırarak) sürecini başlatabilecek miyiz?

Bu konuda kimsenin planı, projeksiyonu var mı?

Bizler, yani yaşı 60'ın üzerine varmış emektarların, emeklilerin bile (bakınız, bizzat bu yazı) kafa yorduğu bu konuya genç nesil, digital dünyayı daha iyi anladığını varsaydığımız, dış dünyayı daha yakından izlediğini bildiğimiz bu yeni nesil ne kadar kafa yoruyor?

Neler öneriyorlar?

Bunları da gerçekten merak ediyorum.

Bir şeyi daha merak ediyorum tabii:

Bu kirli dönemin "hem kendi onurunu hem de gazetecilik onurunu ayaklar altına almış, olup bitene teslim olmuş, ya da hiç mücadele etmeden kenardan öylece umursuzca seyretmiş" bir kısım çakma - tırsık - korkak - kaçak - mıymıy gazetecisi, yeni dönemde zuhur edip de yine "baş köşelere talip olup, baş köşelerde ağırlanacak mı?" Yine, buna bağlı olarak, bu dönem ağır bedeller ödeyerek gazetecilik basın özgürlüğü, meslek onuru mücadelesi vermiş insanları, silkelenip atılacak mı bir kenara?

Önemli bir eşikteyiz.

Bu eşikten atlarken, bunlar hep kafamızda olmalı, kafamızı megul etmeli ve bir an bile yitirmeden çalışmalıyız diyorum.