BIST 100 9.645 DOLAR 32,59 EURO 34,83 ALTIN 2.415,37
19° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Türk Aydınlarının “Özeleştirememe” Sorunu

Amerikan’ın Sesi’nde çıkan bir haber yine 2010 referandumunu gündeme taşıdı.

Paris’te “Batı Karşısında Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye” konulu bir panel vardı. Panele

katılanlar: Orhan Pamuk, Nilüfer Göle, Edhem Eldem, Ahmet İnsel ve Seyfettin Gürsel. Ekip bir araya gelmişken katılımcılara doğal olarak bir soru yönetildi:

“2010 yılında Anayasa referandumuna ‘Yetmez ama evet’ deyip oy vererek, Türkiye'nin bu günlere gelmesine katkı yaptınız. Pişman mısınız?”

Aslında yıllardır sorulan bir soru bu.

Referandumun arka planında 367 krizi vardı. 27 Nisan 2007’de Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinden daha sonra “e-muhtıra” olarak anılacak bir basın açıklaması yapılmıştı. AKP erken seçime gitmiş, oy oranını yüzde 46’ya çıkarmıştı. Meclis’te yapılan yeni cumhurbaşkanlığı oylamasında Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanı seçilmişti.

2008’de AKP’ye karşı kapatma davası açıldı. 2008 aynı zamanda Ergenekon davasının da başlangıç yılıydı.

Böyle bir atmosferde gidilmişti referanduma.

Dönemin iktidar ortağı, bugünün “FETÖ elebaşı” Fethullah Gülen’in o ünlü çağrısı hala hatırlatılır: “Mezardakilere bile ‘Evet’ oyu kullandırın.”

12 Eylül 2010’da yapılan referandum, 12 Eylül darbesi ve 1982 anayasasıyla bir hesaplaşma olarak lanse edildi. Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yeniden yapılandırılacak, YAŞ’taki ihraç kararları yargı denetimine girecekti.

Böylece askerin ve bürokrasinin vesayeti kırılarak yerine “millet” gelecekti.

Bu konuya itiraz edenler de vardı. Onlara göre bu unsurlar anayasa değişikliği metnine “tatlandırıcı” olarak monte edilmişti. Asıl amaç yeni bir vesayetçi anlayışı getirmekti.

Nitekim son 11 yılda yaşananlar, ortaya başka bir tablo koydu. Aslında sürpriz bir sonuç da değildi, çünkü o dönem sonucun böyle olacağı konusunda uyaranlar olmuştu.

Örneğin Kadri Gürsel... Bugün yaşananları 11 yıl önce Milliyet’te açıkça yazmıştı:

“Maalesef bugün AKP iktidarında, yukarıdaki kıstaslar [özgürlükçü ve demokratik bir anayasa] açısından gelişme değil, gerileme ve aşınma söz konusu. Hele bir de 12 Eylül referandumundan ‘evet’ sonucu çıkarsa bu büsbütün hızlanacak. Çünkü ‘evet’, AKP ve dini cemaatlere önce yüksek yargıyı ve yüksek yargı bürokrasisini, ardından yargının tümünü ideolojileri doğrultusunda yeniden biçimlendirme imkânını verecek. Otoriter yönetime kapıları bu kez sonuna kadar açan bir ‘güç yoğunlaşması’ yaşanacak Türkiye’de.”

Gürsel, yargıda oluşabilecek Gülen’ci yapılanmaya açıkça dikkat çekmişti.

Yine aynı gazetede Can Dündar, muhalefetin “12 Eylül referandumunun amacını ‘12 Eylül’le hesaplaşma’ sananlara bunun aslında ‘yargıyı (da) kontrole alma’ operasyonu” olarak anlatması gerektiğini söylüyordu.

Ancak bu atmosferde muhalefet belli ki derdini tam anlatamamıştı.

Referandumda yüzde 57,88 “evet” oyu çıktı.

Halkın yaklaşık yüzde 60’ının “evet” dediği referandumda “yetmez ama evet” diyenler aslında halka oranla çok küçük bir kesim. Ama, bugüne kadarki süreçte en çok eleştirilenler de onlar.

Önemli bir kısmı “sol – liberal” geri plandan gelen Yetmez-Ama-Evet'çi kesimin bu kadar tartışılmasının nedeni öncelikle medyadaki etkileriydi. Aralarında gazeteciler, aydınlar, yazarlar, hukukçular, akademisyenler ve sanatçılar vardı.

Bu isimler doğal olarak AKP ile aynı "mahalle”den değildi.

Yine de AKP’nin kutuplaştırıcı söylemlerine angaje olmaktan çekinmediler.

Referandumu savunmayanları darbecilikle suçladılar. Erdoğan gibi onlar da kabul edilecek yeni anayasanın demokratik hak ve özgürlükler açısından önemli olduğunu savundular.

Amerika’nın Sesi’ndeki haberin başlığı “Türk Aydınlardan ‘Yetmez Ama Evet’ Özeleştirisi” olsa da konuşmacılardan gerçek bir özeleştiri gelmediğini söylemek gerek.

Paneldeki konuşmacılardan Nobel Ödüllü romancı Orhan Pamuk “Ben bu soruyu yanıtlamaktan kaçınıyorum. Çünkü milliyetçi, laik çevre ve kurumlar tarafından çok fazla cezalandırıldım ve işkence gördüm” dedi.

Pamuk da referandumu 12 Eylül ile hesaplaşma olarak görenlerdendi.

Garip olan zaten herhangi bir iktidara ve erke karşı sorgulayıcı olması gereken “aydınların”, yine bir iktidarın söylemini bu kadar kolay benimsemesiydi.

Bu güç odağını diğerlerinden daha “iyi” kılan neydi? Halkın seçmiş olması mı? Sadece seçimle gelmiş olması, bir iktidara her şeyi yapma hakkı tanır mı? İktidardaki gücü sayesinde var olan herhangi bir yapıdan ne farkı vardı?

Doğru. Mutlak bir kuşkuculuk ile ilerleme sağlanamaz. Ancak bu konuda alarm zilleri zaten çalmaya başlamıştı. Ortada basit bir kuşkuculuktan ziyade somut işaretler vardı.

Amaç demokratikleşme değil, iktidarın ya da daha net bir şekilde vesayetin el değiştirmesiydi, yargıda Fethullahçı yapılanmanın önünü açmaktı.

Referandum sürecinde entelektüel kuşkuculuk anlaşılan yerini bazı sanrılara bırakmıştı. Bu anlaşılabilir aslında. Çünkü Türkiye gibi bir ülkede yıllarca bir varoluş krizi ve kuşkuculuk içinde yaşamak gerekli olsa da yorucu.

Farklı jenerasyonlardan olsak da yıllardır sadece kendimiz gibi varolmanın, sistemi ve iktidarı rahatsız ettiği bir dönemde yaşıyoruz.

Bu yorgunluk sadece dönemsel bir zafiyetin mazereti olabilir. Sonuçta herkes bir yerde hata yapabilir. Ancak özeleştiri beceriksizliğinin ve özür dileyememenin mazereti olamaz.

Orhan Pamuk, belli ki eleştirilerden çok yılmış ve kırılmış. Cevabındaki ötekileştirmeden de asabiyeti anlaşılıyor: “milliyetçi, laik çevre...”

Her adımlarında mutlak cevapların olmadığını anlatan, bu yüzden de “yetmez ama evet” dediklerini söyleyen insanların özeleştiri yapmak yerine başka insanların davranışlarına takılmaları kendi içerisinde bir çelişki.

Bir diğer çelişki de kullandıkları slogandı.

Bu çelişkiyi yine daha o zaman Kadri Gürsel köşesinde eleştirmişti:

“ ‘Yetmez’ dediler ya, guya ‘şerhli evet’ demiş gibi gösteriyorlar kendilerini... Oysa ‘şerhsiz, koşulsuz evet’ diyorlar...

Bir kere, ‘Yetmez’ demek, ‘Daha’ demektir.
Bahsimizdeki anayasa değişikliği ihtiyaçlarınıza cevap vermiyordur; ‘yetmez’ dersiniz. Bu bir olumsuzlamadır ve bir tavır alıştır... ‘Daha fazlası’nı istemeyi içerir.
Sonra ‘Daha fazlası yoksa ben yokum’ da diyebilirsiniz...

Ama yetmeyeni olumladığınızda, yani ‘evet’ dediğinizde, bundan önce ‘Yetmez ama’ demiş olmanızın hiçbir anlamı kalmaz.

‘Yetmez ama evet’ demek ikiyüzlü bir tavırdır; bir nevi göz boyamacılıktır.”

Paris’teki panelde konuşan bir diğer isim Nilüfer Göle’ydi.

Göle “Türkiye'nin AB üyeliğine inanıyorduk. Büyük bir coşku (öfori) içindeydik. Bazı şeyleri değiştirebileceğimizi düşünüyorduk. Mesela Ermeni soykırımının tanınması, Kürt sorununun çözülmesi tartışılıyordu” dedi.

Evet, iktidar şimdi inkar ettiği Kürt sorununu o dönem açıkça tartışıyordu.

Ancak Kürt sorunun çözümünde dönemin muhatabı olması gereken Barış ve Demokrasi Partisi de referandumu boykot etmişti. “Yetmez” bile dememişti. BDP Lideri Selahattin Demirtaş “Bu kandırmaca anayasa değişikliğine karşı oy kullanmayacağız” demişti.

Nilüfer Göle, 11 yılın sonunda gelinen noktada yaşadığı şaşkınlığı üzerinden hala tam atamamış gibi çünkü iktidarın kendilerini neden sürgün ettiğini anlamadığını söylüyor: “Kovulduk, sürgün edildik, suçlandık, Neden böyle oldu, neden her şey tersine döndü? Bunu yeterince konuşmadık. Buna hala yanıtım yok.”

“Neden böyle oldu, yanıtım yok” demek bir özeleştiri eksikliğinin sonucu mu yoksa özeleştiri yapamamasının özeleştirisi mi, ona da benim bir yanıtım yok.

Tarih Profesörü Edhem Eldem yöneltilen eleştirileri belki de en net ortaya koyan kişiydi.

Paneldeki konuşmasında “Avrupa nezdinde meşruiyet ve görünürlük kazandırmakla suçlandık. Bu söyleme göre, Erdoğan, kuzu postuna bürünmüş kurt idi. Ve onun nihai hedefi toplumun İslamlaştırılmasıydı. Bugün elbette bu yönde birtakım dokunuşlar var ama asıl problem İslam değil, demokratikleşme sorunu, otoriterlik sorunu” dedi.

Ama, bugün gelinen noktadaki sorunlara olan etkileri konusunda bir şey söylemedi.

Bu konuda en son konuşan isimlerden biri de Ufuk Uras’tı. Adem Metan’ın Youtube kanalına konuk oldu. 2010 referandumu yine gündeme geldi.

Uras da bir özeleştiri koymadı ortaya.

“Ben o anda ‘yetmez ama evet’ de dememiştim, ‘evet’ demiştim. Bugün bir şey olsa ‘sizin yüzünüzden’ diyorlar, ben öyle düşünmüyorum. O özgürlükler alanının açılması önemli bir imkandır. O kullanıldı, kullanılmadı ayrı bir şey” dedi.

Yani bahsettiği özgürlüklerin tam olarak ne olduğu ve neden kullanılmadığına dair bir açıklaması yok. Hatta bir sitemi de var çünkü referandum sayesinde AİHM’e başvurarak cezaevinden çıkanların kendisine teşekkür etmediğini söylüyor.

O dönem iktidarın ve Yetmez-Ama-Evet’çilerin referandum propagandaları yüzünden 12 Eylül tartışması da tüketildi. Bu travma ile gerçekten yüzleşme şansı bile belki rafa kalktı.

Uras ise bu travmanın bir hedef için araçsallaştırılmasına nasıl yardımcı olduğu konusunda bir özeleştiri yapmak yerine, referanduma karşı çıkanları yine Evren’ci kabullere sahip olmakla eleştirdi: “AK Parti’ye, Erdoğan’a karşı mücadele ancak 12 Eylül Anayasası değiştirilmeden olabilir zihniyetinin kabulleri, o kadar Evren’ci kabuller ki…”

Yani referanduma karşı çıkanları inceden yine darbecilikle suçladı. Bu konudaki özeleştiri eksikliği yıllarca hep ortaya çıktı.

Geriye dönüp bakılırsa Baskın Oran, Murat Belge, Oya Baydar, Aydın Engin, vs. gibi isimlerin açıklamaları görülebilir.

Dışarıdan gelen sert, hatta bazen hakarete varan eleştiriler karşısında savunmaya çekilmeleri anlaşılır. Ancak bu, yine de kapsamlı ve doyurucu bir özeleştiri yapılmaması için yeterli değil.

Onlara göre burada suçlu yine AKP. Her şey iyi gidiyordu ama AKP değişmişti. Hep bir kırılma noktasıyla açıklamaya çalıştılar süreci.

Yanlış bir bakış açısı olmasa da eksik olduğu aşikar. Çünkü bu kırılma noktaları yaşanmadan da anayasal değişikliklerin iktidarın eline vereceği güç konusunda sadece Kadri Gürsel gibi gazeteciler değil, İbrahim Kaboğlu gibi hukukçular da uyarmıştı. Ve, söyledikleri gibi oldu.

Ancak “aydın” olarak anılan bu kesimin eleştiri konusundaki anlaşılmaz bir muhafazakarlığı var.

Tersine bir aydının başkalarından daha sert ve doğru bir şekilde kendini eleştirebilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ve, tabii ki özür dileyebilmesini...