BIST 100 11.311 DOLAR 42,69 EURO 50,16 ALTIN 5.902,25
9° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması...

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması...

Araştırmacı gazeteciliğin duayen isimlerinden Uğur Mumcu'nun Ankara'da evinin önünde suikasta uğramasının üzerinden 27 yıl geçti. Gazetesi Cumhuriyet Uğur Mumcu'ya sayfalarında çok geniş yer verdi. Alev Coşkun, Mustafa Balbay, Işık Kansu Uğur Mumcu'yu yazdı. Işık Kansu, Uğur Mumcu'nun ilk defa ortaya çıkan çalışmasını yazdı. Bulutsuzluk Özlemi Uğur Mumcu'nun katledildiği o kara günü anlattı. 

Kırşehir'de 22 Ağustos 1942'de dünyaya gelen Mumcu, 24 Ocak 1993'te arabasına yerleştirilen bombayla düzenlenen saldırı sonucu hayatını kaybettiğinde 51 yaşındaydı. Menfur saldırının ardından Ankara'da düzenlenen törenle, usta gazeteciyi ebediyete on binlerce kişi uğurladı.

Hukuk öğreniminin ardından gazeteciliğe adım atan Mumcu, geride onlarca kitap ve yüzlerce araştırma yazısı bıraktı.

Mumcu'nun "Gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur" anlayışı, iletişim fakültelerinde geleceğin gazetecilerine meslek kriteri olarak anlatılmaya devam etti.

Gazeteciliği, yaşamın her alanındaki "mücadelenin kürsüsü" olarak tanımlayan Mumcu, güvenilirliği ve ortaya koyduğu çalışmalarıyla toplumun her kesiminden saygı görüyordu.

UNUTULMAYAN ESERLERE İMZA ATTI

Bir yazısında "Ordu uyanık olmalı" ifadesini kullandığı için hakkında "orduya hakaret etmek" suçundan dava açılan Mumcu, Mamak Askeri Cezaevinde yaklaşık bir yıl kaldı.

Dava kapsamında verilen 7 yıl hapis cezası kararı Yargıtay tarafından bozulan Mumcu serbest bırakıldı. Mumcu, bu olay nedeniyle yedek subay olarak yapması gereken vatani görevini, 1972-1974'te Ağrı'nın Patnos ilçesinde er olarak tamamladı.

Mumcu, 1977'den sonra sadece Cumhuriyet gazetesi için yazmaya başladı ve "Gözlem" başlıklı köşesinde Kasım 1991'e kadar yazılarına aralıksız devam etti.

Usta gazetecinin 1977'de yayımlanan "Sakıncalı Piyade" kitabı tiyatroya uyarlandı ve Ankara Sanat Tiyatrosu'nda yüzlerce kez sahnelendi.

Mumcu’nun, "Rabıta" ve "12 Eylül" kitapları 1987'de, önemli araştırmalarından kabul edilen "Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925" eseri ise 1991'de yayımlandı.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 1

SUİKAST DAVASININ GEÇMİŞİ

Mumcu, 24 Ocak 1993'te arabasına yerleştirilen bombayla düzenlenen saldırı sonucu hayatını kaybetti. Suikastı, İBDA-C ve Hizbullah gibi örgütler üstlense de Mumcu'nun ölümünden 6 yıl sonra açılan dava kapsamında asıl failler bulunamadı.

Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dava, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok'un öldürülmesi eylemlerinin de arasında bulunduğu çok sayıda olayı kapsayan "Umut Operasyonu" dosyası olarak tarihe geçti.

İlk dereceli mahkemenin kararının Yargıtay tarafından bozulmasının ardından yeniden görülen davada, 3 sanık "yasa dışı Tevhid-Selam ve Kudüs Ordusu örgütünü kurmak ve yönetmek" suçundan, 5 sanık ise aynı örgüte üyelikten çeşitli sürelerde hapis cezalarına mahkum edildi.

Bu kapsamda sanıklardan Mehmet Ali Tekin, Hasan Kılıç ve Ekrem Baytap, "silahlı suç örgütü kurma ve yönetme" eylemlerinden 12 yıl 6'şar ay hapisle cezalandırıldı.

Sanıklar Abdulhamit Çelik, Fatih Aydın, Yusuf Karakuş, Mehmet Şahin ve Recep Aydın'a ise "silahlı suç örgütü üyesi olmak"tan 6 yıl 3'er ay hapis cezası verildi.

Anayasa Mahkemesi, gözaltında tutuldukları tarihlerdeki mevzuatın, gözaltı süresinde avukata erişim imkanı tanımadığı gerekçesiyle sanıklar Aydın, Tekin, Kılıç ve Karakuş'un yeniden yargılanmasına hükmetti.

BULUTSUZLUK ÖZLEMİ O GÜNÜ ANLATTI

Bulutsuzluk Özlemi'nin sosyal medya hesaplarından Uğur Mumcu'nun öldürüldüğü gün Uğur Mumcu'nun oğlu Özgür Mumcu'nun konserlerinde olduğu bu acı haberi kendilerinin verdiği belirtildi.

Şu açıklama yapıldı:

24 OCAK 1993; bu tarihi hiç unutmadık...
27 yıl önce; karlı ve soğuk bir pazar günü, Ankara Altınpark'ta vereceğimiz konseri izlemek üzere Özgür Mumcu ailesiyle vedalaşarak evden çıkmıştı... Ona hepimizi şok eden, babası Uğur Mumcu'nun suikasta uğradığını ve eve gitmesi gerektiğini bildirmek, konser sonunda ne yazık ki bize düşmüştü.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 2

CUMHURİYET'İN AĞIR KALEMLERİ YAZDI

Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Alev Coşkun "Kalpaksız Kuvayi Milliyeci: Uğur Mumcu" başlıklı yazısında, "Uğur Mumcu ile simgeleşmiş isimler vardır: “Sakıncalı piyade”, “araştırmacı gazeteci”, “Uğur Mumcu gazeteciliği”, “Kalpaksız Kuvvacı” gibi...

Yazımda başlık olarak, “Kalpaksız Kuvayi Milliyeci Uğur Mumcu”yu seçtim. Bugünün koşullarında bu isim, Uğur Mumcu’yu eksiksiz anlatmaya yeterlidir" ifadelerini kullandı.

Coşkun yazısını şu şekilde sürdürdü:

Son Görüşmem

Dostum, yol arkadaşım, fikir yoldaşım Uğur Mumcu, bundan 27 yıl önce, 24 Ocak 1993’te saat 13.15’te arabasına konulan bir bombanın patlamasıyla şehit edildi.

21 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu, Cumhuriyet gazetesinin toplantısı için Ankara’dan İstanbul’a gelmişti. 22 Ocak Perşembe günü, gazetenin Cağaloğlu’daki eski merkezinde Nadir Nadi’nin odasında Uğur Mumcu, İlhan Selçuk ve ben, üç kişi uzun bir toplantıda bulunduk. O sırada Cumhuriyet gazetesini yayımlayan Cumhuriyet Gazetecilik ve Yayıncılık Anonim Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı’ydım. Cumhuriyet gazetesi için planlanan, tasarlanan Cumhuriyet Vakfı kuruluşunun ayrıntıları üzerinde uzun uzun konuşuldu.

Uğur Mumcu, o tarihte yazdığı yazılardan söz etti ve hazırlamakta olduğu PKK ile ilgili kitap taslağını anlattı ve o gün Ankara’ya geriye döndü.

Alçakgönüllü Aile ve Etkin Gençlik Yılları

Uğur Mumcu, Ankara’da alçakgönüllü bir memur ailesinin çocuğu olarak 22 Ağustos 1942’de doğmuştur. Ankara’da Devrim İlkokulu, Cumhuriyet Ortaokulu ve Deneme Lisesi’ni bitirdikten sonra 1961’de Ankara Hukuk Fakültesi’ne girdi.

Hukuk devleti anlayışını kurallaştıran, hak ve özgürlüklere önem veren 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler ortamında fakülte yılları coşkulu ve etkin geçti. Anayasa sol düşüncenin gelişmesini sağlamış, daha önce yasaklı olan birçok sol kitap yayımlanmıştı.

Uğur o günlerde, daha 20 yaşındayken “Türk sosyalizmi” başlıklı yazısıyla “Yunus Nadi Makale Yarışması”nı kazandı.

Hukuk fakültesinde düzenlediği ve örgütlediği açıkoturumlarda etkin ve önemli öğrenci liderleri arasında yer almıştı.

Hukuk fakültesini bitirince, önce dil öğrenmek için İngiltere’ye gitti. Daha sonra, Ankara Hukuk Fakültesi’nde İdare Hukuku Kürsüsü’ne asistan olarak girdi. Ciddi bir hukukçu olarak akademik dünyada ilerlemek istiyordu.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 3

Sakıncalı Piyade

Ancak 12 Mart müdahalesi gelmişti ve Uğur, yönetimin aydınlara yönelik baskıcı tutumundan payına düşeni aldı, tutuklandı ve askerliğini “sakıncalı piyade” olarak yaptı.

Bu olaydan sonra da, akademik dünyadaki yolunu bırakarak kendisini araştırmacı gazeteciliğe verdi. Askerlik dönüşü Yön, Devrim, Türksolu, Yeni Ortam, Akşam ve Milliyet’te çalıştı. Cumhuriyet gazetesinde kendisini buldu.

Atatürkçü, laik, Cumhuriyetçi, solcu ve demokrat kimliğiyle Türkiye’nin sorunlarına kendisini adadı. Devrimci, Kuvayi Milliyeci, hep emekten yana, sorgulayıcı, araştırmacı gazeteciliğin simgesi oldu.

Kesişen Yollar

Uğur’la yollarımız 1970’ten sonra kesişti. Demokratik sol anlayış ve Ecevit’in liderliğinde genç bir politikacı olarak Meclis’e girdim. 1973’te İzmir milletvekili, 1978’de Turizm ve Tanıtma Bakanı oldum.

Basın Yayın Genel Müdürlüğü de bana bağlı idi. Uğur’un fakülteden çok yakın arkadaşı Doç. Dr. Adil Özkol’la danışmanım olarak birlikte çalışıyorduk. Böylece Uğur’la dostluğumuz ve düşünce yakınlığımız güçlenmişti.

Uğur Mumcu’nun gazetecilikte yükselişi Cumhuriyet’te “Gözlem” sütununda yazdığı yazılarla olmuştur. Uğur’un 12 Eylül öncesi Cumhuriyet’teki silah kaçakçılığı ile yazı dizisi büyük ses getirmişti.

Uğur, silah ve uyuşturucu kaçakçılarını, onlarla resim çektiren valileri, güvenlikçileri yazıyor ve “terör örgütleriyle silah kaçakçıları arasındaki yoğun ilişkiyi” ortaya koyuyordu.

Öldürülmeden önce, ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarını ve ılımlı İslam devletinin unsurlarını irdeleyen yazılar yazıyordu.

Uğur, Ortadoğu’da Arap, Müslüman şeyhlerin derdinin imanının para olduğunu belirtiyor ve “Dünyada insan insanın kurdudur. Ama Ortadoğu’da Müslüman, Müslümanın kurdudur” diyordu.

Bilardo Teorisi

Ortadoğu ile ilgili “Bilardo Oyunu” yazısından söz etmek istiyorum. Uğur, şöyle diyordu:

“(...) Körfez savaşı sonrasının diplomasisi bir ‘bilardo oyunu’ gibi oynanıyor. ABD, bilardo sopası ile Irak’ı vuruyor, Irak topu Kürt topuna vuruyor. Kürt topu da Kıbrıs topuna! Bu ‘zincirleme reaksiyon’ Türk dış siyasetinin manevra alanını iyice daraltıyor. Türkiye, Kürt-Ermeni-Rum-Avrupa ve Amerikan kıskacında büyük bir yalnızlığa itiliyor. Ve bunun adı da ‘aktif politika’ oluyor.(...)” (Cumhuriyet, 16 Mart 1991)

Uğur, Aralık 1992’de “Tarikat-Siyaset-Ticaret devletin resmi ideolojisinin üç ayağını oluşturuyor” diyordu.

Uğur ve İmam Hatipler

Uğur’un aşırı dincilerin tepkisini çeken en son yazısı, “İmam-Subay” adını taşıyan yazıdır.

Uğur, imam hatipli doktor, İmam hatipli yargıç, imam hatipli kaymakam ve vali devrinin açılacağını belirtiyor ve “Yaşa var ol Harbiye / Selamünaleyküm sivil toplum/ Maşallah ikinci cumhuriyet/ Ruhuna el fatiha laiklik” diyordu.

Uğur Mumcu Gazeteciliği

Uğur Mumcu yazılarında bir konuyu alır, inceler somut verilere ulaşır, irdeler ve yazısını yazardı.

Kimileri, “Uğur Mumcu gazeteciliği bana bir şey ifade etmiyor” diyor. Uğur Mumcu gazeteciliği, çalışmaktır, araştırmaktır, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve laik ilkelere inanmak ve savunmaktır. Uğur Mumcu gazeteciliği “Yetmez ama evet”çi değildir. Uğur Mumcu gazeteciliğinde “Bizi de kandırdılar” cümlesi hiçbir biçimde yer almadı. Bu nedenle “yetmez ama evetçiler” Uğur’u sevmezler. Uğur Mumcu gazeteciliğinden de anlamazlar.

Büyük Tören

Uğur’un cenazesi, 27 Ocak günü Ankara’da büyük bir törenle kaldırıldı.

Dillerde “Ankara’nın taşına bak/ gözlerimin yaşına bak” dizeleri vardı ve yüzbinler, Ankara caddelerine taşıyordu.

İlk tören Cumhuriyet gazetesi Ankara Bürosu önünde yapıldı. Katılan halk, onu Maltepe Camii’ne götürdü. Görülmemiş bir kalabalık, birlik ve beraberlik vardı. Adeta Ankara ayağa kalkmıştı. Yağmur dinmeden yağıyordu. Ankara halkı gözleri yaşlı onu uğurluyordu.

Halk, Devrime Sahip Çıkıyor

İlhan Selçuk, Uğur’un cenazesini anlattığı, “Halk Devrime Sahip Çıkıyor” başlıklı yazısında:

“Aydınlanma devrimi sürüyor...

Uğur’un tabutu bu devrimin bayrağı gibi. Son yolculuğuna uğurlandı. Halk, Uğur’a sahip çıkıyor. Halk devrime sahip çıkıyor” diyordu. (Cumhuriyet, 27.01.1993)

“Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi” diyen Uğur Mumcu’ya Ankara halkı açıkça ve gönülden yanıt veriyordu.

Neden Kalpaksız Kuvayi Milliyeci?

Uğur Mumcu’ya neden “Kalpaksız Kuvayi Milliyeci” deniliyordu? Çünkü genç yaşta Anadolu İhtilali’nin temel köklerini benimsemişti. Atatürk’ün antiemperyalist duruşunu özümsemişti. Aydınlanma devrimlerini, çağdaş ve laik Türk toplumunun önemini kavramıştı. Uğur, onun için “Kalpaksız Kuvayi Milliyeci”dir.

Ne demişti Atatürk? “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” İşte bu onurlu düşünceyi Uğur tüm benliğinde duyumsuyordu. İşte bu nedenlerle antiemperyalist, Kuvayi Milliyeci, Atatürkçü Uğur’u öldürdüler.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 4

Uğur’a Sahip Çıkmak

Aydınlanma devrimi ve antiemperyalist düşünce Cumhuriyet gazetesinin temel ilkesidir ve bu ilke sürecektir. İlhan Selçuk, aydınlanma devrimi ile Uğur’un iç içe geçişini ve yolunu değiştirip döneklerle olan çatışmasını ne güzel anlatmıştır. Şöyle ki:

“Gazetemizin 20. yüzyılın ilk çeyreğinden bugüne değin hiç sapmadan Aydınlanma yolunda yürümesi bir rastlantı değil... Uğur Mumcu’nun Cumhuriyet gazetesinde bir Uğur Mumcu olması bir rastlantı değil... Son yıllarda çoğu aydın sanılan kişinin yolunu sapıtması ve tutarsızlığa düşmesi de bir rastlantı değil...”(Cumhuriyet, 29.01.1993)

Uğur, gazeten Cumhuriyet, senin düşündüğün yolda mücadelesini sürdürecektir. Cumhuriyet felsefesine, Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerine sahip çıkacaktır. Işıklar içinde uyu.

'HİÇ ORTAYA ÇIKMAMIŞ ÇALIŞMA: ASİSTAN MUMCU'NUN KALEMİNDEN'

Cumhuriyet yazarı Işık Kansu, "Hiç ortaya çıkmamış çalışma: Asistan Mumcu’nun kaleminden" başlıklı yazısında, "Araştırmacı gazeteci, yurtsever aydın Uğur Mumcu’nun 1969 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistanlık yaptığı dönemde fakülte dergisinde yayımlanan “Türkiye’nin Yapısal Özellikleri ve Anayasal Düzeni” adlı makalesini Avukat dostumuz Ersan Barkın, bir süre önce yeniden gün ışığına çıkarmış, büyük bir heyecanla bize duyurmuştu" dedi.

Kansu açıklamalarını şöyle sürdürdü:

Uğur Mumcu’nun her zamanki titizliğinin eseri olduğu anlaşılan makale (116 dipnot ve çok sayıda kaynaktan alıntıya dayanmaktadır), birkaç açıdan tarihsel önemdedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Genç Uğur Mumcu’nun birikiminin derinliğini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
- Türkiye’nin demokrasi tarihindeki aşamaları irdelemede sağlam bir tutarlılık içermektedir.
- Uğur Mumcu’nun ileriki yıllarda boyutlandırdığı Cumhuriyet devrimi ve kazanımları ile sol öğretiyi bütünleştiren çizgisinin ilk çarpıcı göstergesi niteliğindedir.
- Tüm dünyayı çevreleyen “68 kuşağı” ile özgürlükçü 1961 Anayasası’nın etkisi altındaki Türkiye’nin düşünce ve tartışma evrenini belgelemektedir.
- Bir kurucu ve kurtarıcı düşünce ve uygulama yöntemi olarak Kemalizm’e bugün de güncelliğini koruyan yorumlar getirmektedir.
Tarihsel akışı, yaşadığı günü ve geleceği bilinçle algılayıp topluma sunmada seçkin bir yere sahip gazetemiz yazarı Uğur Mumcu’yu, özlemle, sevgiyle, saygıyla anıyor; içinde yaşadığımız dönemde yaşadıklarımızı da aydınlatacak bu önemli makaleyi, “Adalet ve Demokrasi Haftası” çerçevesinde, bir dizi halinde okurumuza sunmaktan büyük onur duyuyoruz.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 5

TÜRKİYE’NİN YAPISAL ÖZELLİKLERİ VE ANAYASAL DÜZENİ

UĞUR MUMCU

GİRİŞ:

Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı sonrası kurulmuş, ilke ve amaçları bu savaşla saptanmıştır. Bu nedenle yeni kurulan Türk devletinin kendisinden önceki Osmanlı Devleti ile bir ilgi ve benzerliği yoktur.
Ancak, devletin ilke ve yapısı için doğru olan bu gerçek, toplumsal yapı için söz konusu değildir. Osmanlı İmparatorluğu gibi, genç Türkiye Cumhuriyeti de Anadolu dediğimiz yarımadada kurulmuştur. Anadolu’nun toplumsal özellikleri, her iki devleti de etkilemiş ve bu devletlerin siyasal yaşantılarına damgasını vurmuştur. Siyasal yapının araştırılması için bu yapı ile toplumsal düzenlerin ilişkisini incelemek gerekmektedir. Bundan sonradır ki, soyut öğreti ve kuramları yerle yerine oturtabilelim ve siyasal düzeni alt yapı ilişkileri yönünden niteleyebilelim.

Bu araştırma, öncelikle çok yönlü bir incelemeyi gerektirir. Ancak bilimsel incelemelerin yapılmadığı, bilim adına “somut”un değil sadece “soyut” kuralların egemen olduğu bir “laboratuvar” da yapılacak bütün araştırmaların eksik olacağı ve bilimsel kanıtlar yanında bir parça “sezgi”ye dayanacağı da bir gerçektir. Ancak soyut kuralları, kuramları ve siyasal yargıları, toplumsal yapı özellikleri ile karşılaştırmak ve de soyut kuram ve kuralları gerçeklerin sınavından geçirmek tek bilimsel yoldur. Bizde bu küçük incelememizde “gerçek”ten “kural ve kuram”a doğru giderek bir deneme yapmaya çalışacağız.

ASYA TİPİ ÜRETİM BİÇİMİ:

Doğu toplumlarının Batı toplumlarından ayrı özellikler taşıdıklarını ileri süren Batılı yazarlar, öncelikle Doğu toplumlarında özel mülkiyet yerine miri arazi düzeninin bulunuşunu “doğu cennetinin anahtarı” olarak nitelemişlerdir. Toprağın özel kişilerin değil, devletin ya da köyün ortaklaşa mülkiyetinde olması, Doğu toplumlarına kendilerine özgü nitelikler vermektedir. Doğu sorunu ile ilgilenen Kari Marx ve Engels gibi düşünürler, iklim ve bölgesel koşullar ve özellikle toprağın kanal ve su yolları ile sulanmasından, bu gibi kamu görevlerinin ancak merkeziyetçi yönetimlerce yapıldığı sonucunu çıkarmaktadırlar. Devletin sadece sulama değil, toplumun tüm hizmetlerini üzerine alması, toprak mülkiyetine de sahip olmasını gerektirmektedir.
Çıplak mülkiyeti devletin olan bu toprağın işleme ve yararlanma hakkı, özel kişilerin ya da toplulukların elindedir. Elde edilen ürünlerin bir kısmı ailenin yoğaltımında (tüketim) kullanılır. Geri kalan ürünler devletindir. Devlet yaptığı hizmetler karşılığı bu artık-ürüne el koyar. “Asya Tipi Üretim Tarzı”na (ATÜT) dayalı devlet, “topluluklar arasındaki savaşı ortadan kaldırmakta ve topluluk için gerekli kamu işlerini yürütmektedir.”
Ancak devlet, el koyduğu bu değerle uyumlu olarak kamu hizmetini yürütmemektedir. Yani, artık ürün tümü ile kamu hizmetlerine ayrılmamaktadır; devlet-üretici ilişkisi “genel sömürme” biçimindedir.

Köylünün ürettikleri çeşitli yollarla devletin eline geçer. Devlet eline geçirdiği bu artık ürünü, merkeziyetçi bir devlet yönetiminin koşullarına göre harcar. Devletin siyasal örgütü bu ekonomik ilişkiyi yansıtır. Devlet, üretici ile ilişkisinde kendi hiyerarşisine bağlı asker-memurları kullanır. Üretici devleti bu asker-memurlar temsil ederler. Devletin çıplak mülkiyetine sahip olduğu bu topraklar :

1- Arazi-i Miriye-i Sırfa (Tüm gelirinin hazineye ayrıldığı topraklar)
2- Arazi-i Müriye-i Mefkufe (geliri ya da tasarrufu ya da hem geliri hem tasarrufu belli konulara ayrılan topraklar) olmak üzere ikiye ayrılır.

Askeri otoriteye bağlı Osmanlı Devleti’nde, toprağın yönetimi bazı koşullarla belli kişilerin ellerine verilirdi. Devletin miri araziden “muayyen bir kısmın yıllık gelirinin tamamını veya bir kısmını, belli hizmetler mukabilinde bir şahsa tevcih etmesine” dirlik ya da tımar denirdi. Bu topraklar genellikle savaşta yararlık gösteren kumandanlara ve devlet memurlarına verilirdi. Ancak dirlik sahibi, araziyi kendi işleyemediği gibi, sahibi bulunduğu dirliği de bir başkasına devredemezdi. Araziyi reayaya işletmek üzere verir ve elde edilen ürün üzerinde devletin gelirlerini toplardı.

Dirlik sahibi arazinin maliki değildir. Çıplak mülkiyet devletindir. Burada dirlik sahibinin devlet ile ve reayanın dirlik sahibi ile ilişkisi, Batı’daki feodal beyden başkalık gösterir. Batıda senyör, hem toprağın, hem de bu toprağı işleyen serfin sahibidir. Batı feodalitesinde köylülerin içerisinde bulundukları bağımlılık, kullum-kölelik nitelikleri taşıyordu.

Sahibi arz denilen ve asker-memur karışımı yetkilerle donatılmış bu dirlik sahipleri Batı’daki senyörlerle karşılaştırılırsa, senyörlerden az yetkilere sahip oldukları görülür.

Dirlik sahibi vergiyi halktan alır, devlete verir. Devlet, böylece vergiyi bu asker-memurlar eliyle toplamış olur. Merkezi otoriteye bağlı dirlik sahiplerinin devlete karşı boyunları büküktür. Dirlik sahibi, merkezi otorite ile ilişkilerini sürdürebilmek için, merkezin buyruklarına uyar. Doğu-Batı toprak düzenindeki ayrı nitelikler, bu ilişkide kendini gösterir. Batı feodal beyinin kendi mülk ve kişiliğine bağlı egemenliği, Doğu toplumlarında devletin dirlik sahipleri eliyle temsil ettiği egemenlik biçimindedir. Bu ilişki içerisinde asker-memurlar, devlet adına köylünün ürettiği ürüne el koyarlar. Devlet buna karşı topluma hizmet eder. Ancak hizmet az, bu hizmet için el konulan ürün fazladır. Devlet topluma, bu toplumun olanaklarından yararlandığı ölçüde hizmet etmez. Devlete bağlı “kapıkullarını” besleyen, onlara emekçi kitleler ve sınıflar karşısında siyasal ve ekonomik güç veren ilişki budur. Egemen sınıflar, devletin temsilcisidirler. Merkezî siyasal örgütün güçlenmesi ve toprak ilişkilerinin bu nitelikte bir üretim biçimine girmesi ile iki tür ayrıcalıklı grup toplum içerisinde güç sağlıyordu. Bu gruplar: 1 — Hizmet aristokrasisi 2 — Mülk sahipleriydi.

Asya tipi üretim tarzı şeması özetlenirse, üretim biçiminde emek ve toprağın iki ana öğe bulunduğu ve emek sahibinin köylü, reaya olduğu söylenebilir. Köylünün ürettiğine devleti el koyar. Bu iş, devlet adına ve devlet hiyerarşisine bağlı asker-memur kişiler aracılığı ile yapılır. Emek sahibi, toprağın tasarruf hakkına sahip olduğu için özgür, ancak toprağın mülkiyetine sahip olmadığı için “genelleşmiş köledir”
Asya Üretim Tarzı’ndaki bir toplum sınıflı bir toplumdur, “..ödenmeyen artık emeğin üreticilerden çekip alındığı iktisadi şekil.... matbu ile tabi arasındaki ilişkileri tayin eder...”

Bundan dolayı, Asya toplumlarında sınıflar, devleti temsil eden matbu ve üreticileri temsil eden tabi olmak üzere ikiye ayrılır. Yani, devletin siyasal birliğine bağlı ve devletin örgütün içerisinde bulunan asker-memur karışımı niteliğindeki dirlik sahipleri ile çıplak mülkiyeti devletin olan toprağı işleyen reaya, köylü ve emekçi sınıfları oluşturmaktadırlar.

Kısaca özetlediğimiz Asya Tipi Üretim Tarzı görüşlerine cevap verilmekte ve de Osmanlı toplumunda çağın koşullarına uygun olarak ticaret ilişkilerinin var olduğu, köylünün küçük işletmeler aracılığı ile ticaret yaptığı, köylülerin bu işletmelere sipahilerden alınan tapularla sahip olabildikleri ileri sürülmektedir. Asya Tipi Üretim Tarzı görüşlerine katılmayanlar, Anadolu’da “..Asya tipinden farklı ve özel mülkiyete hayli yaklaşmış bir tasarrufun varlığından..” söz etmektedirler.

Ayrıca, İpek yolunun Osmanlı topraklarından geçmesi, hanlar ve kervansarayların bu yollar üzerinde kurulması, Osmanlı toplumunun Asya tipi üretim ile anlatılan çizgilere pek uymadığını anlatmaktadır. XVI. yüzyıl öncesi Türk köylerini “... çağın şartları gereği kapalı üretim hakim olmakla birlikte, ticarette bir hayli açılmışlar ve ticari hayata az çok entegre olmuşlardır…”

Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni kitabında anlattığına göre “Islam et Capitalisme..” adlı eserin yazarı Redinson, Osmanlı toplumunda bir “Müslüman Ortak Pazarı”ndan söz etmektedir. Kaldı ki Osmanlı toprak düzeni, özel mülkiyet düzenine açılması olanaksız bir engel değildi. Reaya, tapu senedi ile tasarruf edebilmekte, tarımsal işletmeler tasarrufa konu olabilmektedir.

Bunun dışında miri arazinin tasarruf hakkı, giderek mülkiyet haklarına benzeyen bir özelliğe bürünmüştü. Osmanlı toplumundaki bu yapısal özelliklerine bağlı olarak bir kısım reaya zenginleşmiş, tefecilik, faizcilik yayılmaya başlamıştır. Toprağın hukuksal düzeni ve faizciliği yasaklayan dinsel buyruklara rağmen ticari ilişkiler yasakları aşmış, toplumu yozlaşmağa yöneltmiştir. “Faizcilik giderek köylüyü sömürmeğe, tarladan mahsulü ucuza kapatmaya..”, tarla ve bahçelerin rehini, murabaa mukaveleleri (yazlığa çıkmak üzere yapılan sözleşme) yapmaya zorlama gibi tam bir sömürüye dönüşmüştür.
Bu toplumsal koşullar içerisinde merkezi otoritede başlayan siyasal yıkıntı ile toplumda ciddi rahatsızlıklar, Osmanlı Devleti’ni sarsıntılara sürüklüyor ve toplum sanayi ihtilalini bu olumsuz koşulları ile karşılıyordu. Toprakta özel mülkiyetin gelişimi, tefecilik ve faizcilik gibi yollarla sermaye birikiminin oluşmaması ve bir kısım reayanın topraklarını bırakarak gezici işler araması, Asya Tipi Üretim Tarzı kuramcılarının görüşlerinin aksine “prekapitalist düzeni temellerinden sarsan, ama daha ileri bir toplumsal geçiş olanaklarını bağrında taşıyan olaylardır.”
Sonuç olarak, gerekse Asya tipine bağlı toplumlarının, gerekse Batı feodalitesinin dayanağı, toprağa bağlılıktır. Bu bağlılığın zorunlu sonucu olarak, köylünün omuzlarına yüklenmiş ekonomik yükümlülükler —üretim ilişkileri değişmedikçe— az çok benzer özellikler gösterirler. Batı feodalitesine bağlı serf de, doğudaki reaya da mülkiyeti kendilerinin olmayan topraklarda çalışmakta olup; her ikisinin de üretim artığından emek sahibi olmayanlar yararlanmaktadır. Tüketicinin niteliği üretimin temel özelliğini değiştirmez.

Batıda feodal bey, Asya toplumlarında ise devlet, Batıdaki feodal beyler yerine kendi siyasal örgütüne bağlı asker-memurlar aracılığı ile artık değere el koyar. Konumuz bakımından önemli gözlem bizce budur. Herhangi bir üretim ilişkisinde araştırılacak konu, üretim biçiminin niteliğidir. Sınıflar, bu üretim biçiminin sonucunda oluşurlar. Asya toplumlarında sınıfları belirleyen ekonomik ilişki, devletin reayayı sömürmesidir. Reaya Osmanlı toplumunda emekçi sınıftır. Devlet, el koyduğu artık değeri, saray aristokrasisi ve dirlik sahipleri ile birlikte paylaşır. Dirlik sahipleri ve saray aristokrasisi devlet ile iç-içe geçmiş olarak egemen sınıfları meydana getirmiş olurlar. Devletin siyasal yapısını niteleyen temel ilişki budur.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 6

SANAYİ İHTİLÂLİ VE OSMANLI İMPARATORLUĞU

Batı’da Sanayi ihtilâli yapılırken, Osmanlı toplumu bir yıkıntı içerisindeydi. Dar topraklar üzerinde yetersiz doğal kaynaklarla yaşamak zorunda kalan Avrupa, coğrafi keşiflere yönelerek, bu keşifler sonunda ortaya çıkan yerlerdeki doğal kaynaklara el koydu. Bunun sonucu, Fransa, İngiltere, Hollanda gibi devletlerin kasalarında sermaye birikimi oluşmaya başladı. Avrupa, bu fetih politikasının sonucu ticari kapitalizmin ön koşullarına ulaştı. XVI ve XVII. yüzyıllardaki bu gelişmeler “...eski üretim biçiminin çöküşü ve kapitalist üretimin doğuşuna...” yol açmıştır.

Artık Batı’nın altın ve gümüş darlığı nedeni ile bir türlü sahip olamadığı üstünlük, Doğu’dan Batı’ya geçmiş ve artık roller değişmeye başlamıştır. Türkiye’nin doğal kaynakları ve coğrafi özellikleri dolayısı ile sanayi devrimini tamamlamış ve ticari kapitalizmin koşullarına ulaşmış Batı ile ilgi kurması bir ekonomik zorunluluktu. Sermaye artık para gücü aracılığı ile tüm dünyaya hükmedecek “sanayi feodalitesi”nin doğumuna yol açmıştı. Bu yeni feodalite egemenliğinin kurallarını yürütecek ve de sermaye “fethedilmemiş” topraklarda açık pazar olanakları arayacaktı.

1838 Ticaret Antlaşması ile Osmanlı Devleti Batı ile kaçınılmaz ilişkisini kurarak tam bir açık pazar durumuna girmekte gecikmedi. Yusuf Kemal Tengirşek bu anlaşmayı şöyle niteliyor: “...devletin başına Düyun-u Umumiye gibi bir bela.” Büyük Reşid Paşa ise, bu anlaşmayı imparatorluğun kalkınma yolunu açacak bir belge olarak imzalıyordu. Bu antlaşmanın Batı’ya sağladığı ekonomik ayrıcalıklar giderek devleti kıskıvrak yakalayacak bir güce erişti.
Bu koşullarla devlet, ticari kapitalizmin tüm yıkıcı etkileri ile karşı karşıyaydı. Tanzimat, yüzeydeki bütün yeniliklerine rağmen, temelde Avrupa ticari kapitalizmine hukuksal ve idari kolaylıklar sağladı. Tanzimat’ın getirdiği biçimsel reformların denetlenmesi bile Batı devletlerince kullanılacak bir yetkiydi. 1856 Paris ve 1878 Berlin Antlaşmaları ise bu teslimin en güçlü bağlarıydı. “Tanzimat hareketi hukuk planında dahi, Batılılaşma değil, Batı’nın sömürgesi olma hareketidir.”

Kısaca değinilen bu gelişme sonunda, devlet borçlanarak; bu borçları ödeyemeyecek bir yıkıntı içerisine sürüklenmiş ve Osmanlı İmparatorluğu Düyunu-u Umumiye’ye teslim bayrağını çekmişti. Devlet artık, mali, idari ve siyasal örgütleri ile “milli” değildi: Uluslararası sermaye, devleti yenmiş ve teslim almıştı.
Avrupa ticari kapitalizminin gelişip Osmanlı İmparatorluğu ile ilgi kurunca küçük sanayiin çökmesi bir ekonomik zorunluluktu. Bu ilişki sonunda Osmanlı küçük sanayii çökmüştü. Bu çöküşle ilgili olarak Ömer Lütfi Saraç’ın verdiği rakamlar gerçekten ilgi çekicidir. Örneğin 1838 yılında İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na 10.834 sterlinlik pamuklu dokuma ihtiyacı bir yıl sonra 1829’da 39.920; 1830’da 95.355 ve 1831’de ise 105.615 sterline yükselmiştir.
Sadece dokuma sanayi dalında verilen bu örnek, sanayi ihtilalini yapmamış bir ekonominin üstün bir ekonomi ile ilişki kurunca, ne denli ekonomik bağımlılığa sürükleneceğini göstermektedir.

Osmanlı İmparatorluğu açısından bu ters yönlü gelişim, dış borçların etkisi ile büsbütün olumsuz bir yöne sürüklenmiş, 1854- 1914 yılları arasında alınan dış borçların tutarı (399.498.110) Osmanlı lirasını bulmuş ve devlet bu “fatura” ile Düyun-u Umumiye’ye teslim olmuştu. Devlet gelirlerinin yüzde 31.5'i Düyun-u Umumiye’nin elinde olup bu örgüt ikinci bir maliye bakanlığı gibi çalışıyordu. Bir yabancı yazarın konu ile gözlemi ilginçtir. Yazar, Düyun-u Umumiye yönetimi ile ilgili görüşlerini şöyle özetliyor:
“...Düyun-u Umumiye, Türk mali politikasını, gerek kendisine gerek ilgilendiği teşebbüslere en uygun yönlere çevirecek kadar güçlü idi. Yönetim kurulunda, çeşitli devletlerin temsil edilmesi, bu meclisi bir veya birkaç Avrupa temsilcisinin temsilcisi olmaktan çok, Avrupa’nın bir sınıf halkını temsil eden bir kurul durumuna sokmuştu...”

Avrupa’dan alınan borçların ödenmemesi nedeni ile 1881’de “Muharrem Kararnamesi” ile kurulan Düyun-u Umumiye şeklen bir Osmanlı dairesidir. İşin temelinde ise Avrupa’nın o zamanlardaki bütün devletler bu örgütte temsil ediliyorlardı. Dolaylı vergilerden başka, dolaysız vergilerin de yüzde 29.9'u da yabancı denetimi altındaydı. Düyun-u Umumiye personelin atanmaları da doğrudan doğruya yabancılardan kurulu Düyun-u Umumiye Meclisi’nce yapılırdı. Yukarıda dirlik sahiplerinin merkezi idare ile ilişkilerinde değindiğimiz vergi toplama işi, artık Düyun-u Umumiye idaresince yürütülüyordu. Ekonominin dış ilişkileri bulunmadığı sırada, devletin siyasal örgütüne bağlı asker-memurlar eliyle yürütülen vergi toplama işi, artık devleti teslim alan ticari kapitalizmin kararları ve örgütleri ile yürütülüyordu.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 7

'GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK GAZETECİ'

Mustafa Balbay, Uğur Mumcu'nun katledilişinin 27. yıldönümü için hazırladığı yazı dizisinin ilk bölümünde; çocukluk arkadaşı ve meslektaşı Emin Çölaşan ve sanatçı Selda Bağcan ile konuştu.

Balbay, Emin Çölaşan’la Sözcü gazetesindeki odasında, masada Uğur Mumcu ile birlikte çekilmiş fotoğraflar arasında konuştu.

İşte o röportajlar:

- Uğur Mumcu’yla Bahçelievler’de aynı mahallenin çocuklarısınız... Çocukluktan başlayalım...

O zaman Bahçelievler, iki katlı, tek katlı evlerin olduğu, tenha sessiz, insanların bisikletle gezdiği, hemen hemen herkesin birbirini tanıdığı bir yer... Biz de Uğur, onun Deneme Lisesi’nden ekibi, özellikle hafta sonu Pazar durağında toplanırdık. Gırgır şamata, ciddi konular her şeyi konuşurduk... Arkadaşların bazıları İnönü’yü severdi, bazıları Menderes’i severdi. Ama Uğur hep öndeydi. Onu gayet iyi biliyorum. O hep İnönücü'ydü. Sürekli İnönü’yü savunurdu.

- Savunma derken nasıldı? Düşündüğünü kabul ettirmek mi, tartışmak mı?

Düşündüğünü kabul ettirme çabası öndeydi. Ne düşünürse sağlam temellere dayardı. Daha o yaşta farklı bir duruşu vardı. Düşündüğünü rastgele bir fikir olarak ortaya atmazdı. Bir de anlatım şekli vardı ki Allah vergisi. Etkilerdi karşısındakini...

- Hukuk Fakültesi’ndeki münazaralar Uğur Mumcu’yu daha da ustalaştırmış görünüyor değil mi?

Uğur bir kere ağzı çok iyi laf yapan bir insandı. İkincisi mizah yapardı. Müthiş espri gücü vardı. Lafı her fırsatta gediğine koyardı. Uğur yavaş yavaş televizyona çıkıp karşısına getirilen adamları gagalamaya başladı. Zamanla bilincini hızla yükseltti. Daha yolun başında tam bir önderdi. Söz söyleme, yazı yazma ustasıydı...

- Mizah gücünden söz ettiniz. Aklınızda kalan espriler var mı?

Çok vardı ama, aklımda değil. Çok gülerdik... Mizahı çok kaliteli yapardı. Lafı gediğine oturturdu. Televizyon programlarında, yazılarında kullanırdı. Çok da rağbet görürdü. Sonra Uğur kavramlar getirirdi. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak gibi...

- Liboş da var...

Evet, benim bildiğim ilk Uğur kullandı o lafı.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 8

- Gerçeği yazma konusunda hiç sansürü yoktu. Tanıdığı ya da meslektaşı bile olsa. Bu konuda sizin söyleyecekleriniz neler?

Uğur meslektaşlarına iyi geçirirdi. Yanlış gördüğünü affetmezdi. Mehmet Ali Birand, Mehmet Barlas hakkında Uğur da ben de açıkça yazdık...

- 1990’lı yıllardaki aydın kıyımı 31 Ocak 1990’da Prof. Muammer Aksoy’la başladı. Uğur Mumcu, Prof. Aksoy’u çok severdi. Cenazesinde fotoğrafını o taşıdı. Siz de Prof. Aksoy’la son görüşmeyi yapan kişisiniz... Acı bir bileşke...

O katledilen aydınların hiçbirinin faili bulunmadı.

- Sadece birkaç tetikçi yakalandı...

Ben onların bile tetikçi olduğundan emin değilim. Uğur’un katilleri bulunamadı... Uğur’u, Muammer Aksoy’u, Çetin Emeç’i niye öldürdüler? Faili meçhul bir durum... Bu kıyımlar bir sürü dengeleri altüst etti.

- Prof. Aksoy’la son görüşmenizi anlatır mısınız?

Bir gün telefon açtı. Emin Bey “Anlatmak istediklerim var” dedi. Gazeteye geldiler. Hoca Atatürkçü Düşünce Derneği’ni nasıl, hangi koşullarda kurduklarını anlattı. O gün 31 Ocak’ta öğle saatlerinde görüşmemiz bitti. Akşam haber geldi...

- Aksoy’un o gün anlattıklarını kısaca özetler misiniz? 1990’lı yıllarda öldürülen aydınların tümünün ortak özellikleri vardı...

Atatürkçü, laik, Cumhuriyetten yana, hepsi aynı çizginin insanları... Şimdi öldürülen aydınlar dedin, kimler geçti gözümün önünden; Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Bedrettin Cömert,Cavit Orhan Tütengil, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Ahmet Taner Kışlalı... İnsan sayarken hüzünleniyor. Bu insanların her biri koca bir kütüphane...

- Bugünkü çoraklaşmada o kıyımların payı var...

Böyle bir hedef de olabilir. Ama her şey örtülü kaldı.

- Bugün böyle bir gazetecilik ortamı var mı, kaldı mı?

Çok kötü görüyorum. O gün daha ciddi yapılan bir gazetecilik görüyordum. Açıkça itiraf etmek gerekirse bizim yazdıklarımızın da bir ağırlığı vardı. Şimdi o büyük ölçüde bilinçli olarak yok edildi. İktidar medyası şişirildi, pohpohlandı. Medya piyasası onların egemenliğine girdi.

- Vurguladığınız gibi gazetecilerin ağırlığı hükümetlerin kurulmasını etkileyecek kadar vardı. Sizin de Mumcu ile bu yönde bir anınız var...

1991 yılı, ANAP’ın iktidardan gitme olasılığı belirmiş... DYP ile SHP 450 milletvekilinden 266’sını kazanmış. Koalisyon yaparlarsa Türkiye’de bir normalleşme olacak. Zaten ANAP da tek başına hükümet kurma gücünü yitirmiş... Uğur’la durumu değerlendirdik... DYP’nin başında Demirel, SHP’nin başında Erdal İnönü var. Dedik ki, “Biz bu düşman kardeşlerin bir araya gelmesini sağlayalım...” DYP’nin ikinci adamı Hüsamettin Cindoruk benim halamın oğlu. SHP’nin ikinci adamı Hikmet Çetin de ağabeyimiz. Önce ayrı ayrı zemin yokladık. Birbirlerine karşı hava nasıl diye. Baktık ki olumlu bir hava var. Cindoruk’la Çetin’i bizim evde buluşturmaya karar verdik. Onlar eşleriyle biz eşler hep beraber buluştuk. Uğur’la ikimiz Cindoruk’la Çetin’i bir köşeye çektik. Birkaç saat süren bir seans oldu. Sonuç olumluydu. Bizim evden öyle ayrıldılar. Ertesi gün liderleriyle konuştular. Onlardan da olumlu yanıt gelince, o tarihi koalisyon kurulmuş oldu.

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 9

- Güven en büyük sermaye... Demek ki size ve Uğur Mumcu’ya büyük bir güven vardı.

Bizler ne olursa olsun çizgisini bozmayan insanlarız. Uğur yaşasa aynen devam ederdi. Uğur bir de hem güvenilen hem korkulan adamdı. Yazınca ses getirirdi... Bugün birinin nasırına basarsan yalanlayıp geçiyorlar...

- Bir konuyu kaleme aldığında tüm medyayı peşinden sürüklüyordu. Ele aldığı konu birden tüm medyanın konusu oluyordu, değil mi?

Aynen öyle tüm medyayı sürükledi. Uğur, Türkiye’de gelmiş geçmiş en büyük gazetecidir. Hâlâ öyledir.

- Bugün Uğur Mumcu nasıl gazetecilik yapardı?

Aynı çizgide olurdu. Asla asla sapmazdı. Biz nasıl sapmadıysak Uğur da sapmadı. Temeli Atatürkçülük, laiklik, artı hırsızlığa, yolsuzluğa karşı çıkmak...

- Aradan uzun yıllar geçtiği için Uğur Mumcu’nun kimi haber kaynakları daha açık konuşuyorlar. Çok güçlü haber kaynakları olduğunu görüyoruz.

Haber kaynakları çok sağlamdı. Bir de o dönem bize ahaliden de gelirdi. Ahali bu kadar sessiz ve ürkek, korkak değildi. Şimdi doğruları konuşmak cesaret ister oldu. Medya çöktü, insanlar sessizliğe büründü.

- Uğur Mumcu’nun ve yol arkadaşlığı yaptığı yazarların ortak özelliklerinden biri de devletin eksiklerini affetmeme, yanlışları yazma ama devleti korumak gerektiğine de inanma...

Gazeteci kimliğinle devlete sahip çıkmaya çalışıyorsun. Ama gazeteci kimliğinle devlette birileri soygun vurgun yaparsa, tarikatçılığa yönelirse ona da karşı çıkıyorsun.

BİLGİSAYARI İLK KEZ O KULLANDI

- Mumcu’nun teknoloji tutkusu yüksekti...

Benim bildiğim bilgisayar kullanan ilk gazeteci. Teknolojiyle arası tahmin ediyorum iyiydi. Benim hiç iyi olmadığı için tahmin ediyorum, dedim... İşte fotoğraf (birlikte fotoğraflarını göstererek) 80’li yıllar, bilgisayar var...

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 10

BİLGİLİ, YÜREKLİ, CESUR...

- Öldürülmeden iki hafta önce 5 arkadaş birlikte yemek yiyorsunuz...

Uğur’la son görüşmemiz RV’de yediğimiz o yemek oldu... Bekir Coşkun, Melih Aşık, Teoman Erel, Uğur Mumcu ve ben... Muammer Aksoy öldürülmüş, Bahriye Üçok öldürülmüş... Meslek açısından birbirimize destek olmaya karar verdik. Hiç unutmuyorum, Uğur’un belinden tabanca vardı. Sürekli tehdit altındaydı. “Ulan Uğur” dedim, “Bir saldırı olsa sen bu tabancayı nasıl çekip de ateş edeceksin. O zamana kadar herifler 100 kilometre kaçmış olur.” Gülüştük. İkimiz de alay ederdik tabancayla. Uğur kovboy gibi olduk derdi. Bizler tabanca çekecek insanlar mıyız? O gün beni eve Uğur bıraktı. O bombalanan arabasıyla... Meğer Uğur’la son görüşmemizmiş. Sesini son duyuşum da ölümünden iki gün önceydi. Saygı Öztürk’te İsmet Paşa’nın 1935’te hazırlattığı Kürt Raporu vardı. Onun bir kopyasını istememi rica etti. Saygı’yla konuştum. Raporu aldım. O gün aramızda şu diyalog geçti Uğur’la:

| Gasteci kardeşim, benden sen mi aldırırsın yoksa ben mi göndereyim?

| Ben aldırırım gasteci kardeşim... Şimdi sana gazeteden araç gönderiyorum. Çok sağol.

İşte bu telefon görüşmesi de sesinin sesini son duyuşum oldu.

- O günü anlatır mısınız?

Patlamadan yarım saat sonra oradaydım. Acı bir tabloydu. Uğur, metrelerce öteye savrulmuş. O halde görünce şok oldum. Daha anlattırma.

- Uğur Mumcu’nun özelliklerini sıralayın deseler...

Bilgili, yürekli, cesur... Mustafa Kemal’in askeri... O zaman öyle deyim yoktu, bugün sorarsan Mustafa Kemal’in askeri derim ben...

- Düşmanları bile saygı duyuyordu...

Onu yaşadık, yaşıyoruz... Adam geliyor, “Sizin gibi düşünmüyorum ama, saygı duyuyorum” diyor. Uğur da öyle... Hayatında hiç üçkâğıdı olmayan bir adam... Yolsuzluk, hırsızlık, döneklik yapmadı. Ama şunu da söylemeden geçmeyelim, Uğur mizahı, gırgırı şamatası yanında ilkelerinden ödün vermeyen sert adamdı.

- Siyasilerle de diyaloğu iyiydi...

Herkesle iyiydi. Hiç çıkar peşinde koşmadı. Dönek olmadı. Yalakalık, çıkarcılık kitabında yoktu.

‘UĞUR’LAR OLSUN’ 10 DAKİKADA DÖKÜLDÜ İÇİMDEN

Selda Bağcan’la Ankara’da vereceği bir konser öncesinde görüştük. Salon akın akın dolarken arada kendisine bilgi veriyorlardı. Yanındakiler “Her yerde böyle” diyordu... Halkın gücünü hissediyordu... Gençlerin çokluğundan ayrıca mutluydu, umutluydu. Yeni kuşakları yakalamış olmanın heyecanı hissediliyordu. “Çoğu bu türküler yakıldığında doğmamıştı” diyor gülümseyerek...

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 11

- Uğur Mumcu’nun katledilmesinin ardından bestelediğiniz, yaktığınız “Uğur’lar Olsun” türküsü bir ölümsüzlük destanı gibi. Sizinle bestenin öyküsünü konuşmak istiyoruz ama öncelikle Uğur Mumcu sizin için ne ifade ediyor?

Yılmamak... Mücadeleye inanmak... Halka inanmak... Mustafa Kemal’e inanmak... Geri dönmemek... Dirayetli olmak... Uğur Mumcu gençliğimin yazarı... Bir dizi kitabı var bende. Anlattıklarının hepsi doğru çıktı. Zaman onu doğruladı. Rabıta’da anlattıkları... Tabii Uğur Mumcu’nun bunları yazdığı yılları biz de yaşadık. 1980’li yıllarda Köln’deydim. 12 Eylül’den altı ay önce Türkiye’ye geldim. Türkiye’deyken, yurda dön çağrısı aldım.

- Nasılsa kaçmıştır mı dediler?

O sırada basında röportajlarım çıktı. Gazetecilere sorsalar beni bulurlardı... Gözdağı vermekti amaç... Uğur Mumcu ile tanışmamı anlatayım... 1980’le 1987 arası pasaportuma el kondu. 1986’da dünya müzikleri ve dans diye çok önemli bir festivale davet aldım. Pasaportum olmadığı için gidemedim. Bu, İngiltere’yi çok karıştırdı. Peter Gabriel’in de desteklediği bir festival... “Gelemiyor ama bir parçasına festival plağında yer verelim” dediler. Verdiler de. Nâzım Hikmet’in Türk Köylüsü şiiri... Selda Bağcan’ın dünyadaki ayak sesleri duyulmaya başladı... 1987’de beni yine çağırdılar. Belki inat! Bundan Mustafa Ekmekçi’nin haberi olmuş. “Ben senin pasaportu hallederim, izin veriyor musun?” dedi. Sorulur mu? Halletti... Yıllar sonra öğrendim ki Adnan Kahveci’ye yaptırmış... Teşekkür etmek için Cumhuriyet’e gittim. İşte orada Uğur Mumcu ile tanıştım. Sonraki yıl Mustafa Ekmekçi’yi de götürdüm... Orada sohbetimiz oldu.

YAZILARINDA BULUŞUYORDUK

- Neler konuştunuz?

Hapislik... Baskılar... 12 Eylül düzeni... Ben de birkaç ay hapis yatmıştım. “Siz ucuz atlatmışsınız” dedi. O daha uzun yatmış tabii... Yüz yüze görüşmemiz bu kadardı ama her gün yazılarında, kitaplarında buluşuyorduk.

- Uğurlar Olsun’un öyküsünü anlatır mısınız?

Ölüm haberini aldık, yandık... Hepimiz çok üzüldük. Aradan zaman geçti. Bir gün gazeteci arkadaş Ali Çınar bir şiir yazmış bana gönderdi. Şarkı sözü yazmış. Faksla geldi... Çok beğendim. Bir plak şirketim var Unkapanı’nda. Aradan bir zaman geçti, tesadüfen tekrar elime geldi şiir. Hemen yanımda bağlamam vardı. Aldım elime, 10 dakikada bestesi çıktı. Bazen öyle oluyor. Ofiste hiç beste yapmamıştım. Melodi döküldü. Çalıp söyledim... Aman Allah’ım çevremizdeki insanlar bir beğendi, bir beğendi... Hemen stüdyoya girdik. Arif Sağ bağlamayı çaldı. Çetin Akdeniz, beni de soktular... Arif Sağ’ın stüdyosu vardı. Arif Sağ oradan çıktı Sivas’a gitti. Bereket o kurtuldu, o yangından... Demek ki 1993 yılı 1 Temmuz’da ya da 30 Haziran’da falan stüdyoya girmişiz... (Başını kaygıyla iki yana sallıyor) Ah o yangında, 2 Temmuz’da yananlar... Hepsi arkadaşımız, Muhlis Akarsu ile turnelere gittik birlikte... Nasıl iyi ruhlu, nasıl cömert... Hasret Gültekin desen, bizim ofisimizden çıkmayan bir adam...

- Eser 10 dakikada çıktı, yayımlamak?

Bizim bunu yayımlamamız aralık ayını buldu. Önce 20 bin kadar bastık. Çevremde bazıları diyor ki 5 bin basın yeter, satılmaz, anı olsun, sorumluluğu yerine getirmek olsun... Biz 20 bin olsun dedik... Bir de bir ölüm var, onu kullanıyor derler gibi olacak diye düşündük, böyle anlaşılmasından çok çekindik... Mümkün olduğu kadar yatıştırdım... Bir programda bir kere söyledim, aman Allah’ım, o programa ne telefonlar gelmiş. Birkaç gün sonra da Hürriyet gazetesinde bir yazı çıktı. “Uğur’lar Olsun yok satıyor” diye. Biz 20 bin dağıttık, raflarda duruyordur, dedik...

Hiç reklamı olmadan... Siparişler gelmeye başladı... Böyle bir eser için yüksek... İkinci yıl Güldal Hanım’ın da katıldığı bir anmaya çağırdılar. Güldal Hanım’a “Bu değişik bir şey oldu” dedik. Dedi ki “İnsanlar ölür ağıtlar yakılır...” “Ben memnun değilim bu durumdan” dedim. Ünlü bir şey oldu... Yıllar geçti, 25. anma toplantısında, benim şarkı söylemem istendi... Üstüme kar yağıyordu...

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 12

İLLA HAPİSLİĞİ GÖSTERDİLER

- 10 dakikada beste daha önce oldu mu?

Bir kere oldu. Halil Ergün bir şey getirdi, “Oğul” diye. Ahmet Erhan’ın şiiri. Onu da ofiste yaptım. Halil, yetmez ama evetçi olduğu için şimdi kara listemde... Sözleri çok etkiledi beni; “Anne ben geldim, üstüm başım uzak yolların tozlarıyla perişan...” Ofiste beste yapılmaz aslında... Neyse... Bir kere de Attilâ İlhan’ın An Gelir şiirini hapishanede besteledim.

- Besteleriniz, duyarlılıklarınız... Halka anlatma duygunuz ortak Uğur Mumcu’yla...

Ortak... Bu ülkede solcu olarak, bakın siz de dahil herkesin başına geldi, illa bir hapis yatıracaklar... İlla hapisliği gösterdiler.

- Buraya gelirken konserinizi izlemek üzere gelenleri gördüm, çok uzun bir kuyruktu... Acılar yaşandı, yaşanıyor ama halkın gönlünde olmak asıl olan...

Bir de baskılar insanı büyütüyor... Dünyada efsane 81 şarkıcıdan biri oldum. Bir de Rolling Stone dergisi var, o da 100 yılın 100 divası listesine koydu...

- Uğur’lar Olsun’u söylerken halktan neler alıyorsun?

Ayakta alkışlanıyor. Nasıl söyleniyor, birlikte söyleniyor... Mesela Antalya’da, İzmir’de on dakika susmadı alkışlar...

- Türkünün söylendiği süreden daha uzun alkış...

Aynen öyle oluyor...

- Söylerken ne hissediyorsunuz?

Her söyleyişte keşke ölmeseydi, biz de bu türküleri söylemeseydik. Bu hep oluyor içimde... Bir de nereye çekseniz ticari oluyor diye düşünüyorum...

- Sizin hiçbir şeyiniz ticari kokmaz, yürekten söylüyorum...

Evet, onun için yapmadığımı bilirler. Yine de beni üzüyor. Hrant Dink için de bir şey yaptım. Şehrazat yaptı söz müziği... Güvercinleri de vururlar... Hrant’ın o delik ayakkabıları beni darmaduman etti. Delik ayakkabı ya... İstese diyasporaya katılır, milyonlarla oynar... Nasıl içler acısı...

- Bu toprakların insanıydı...

Türkiye’yi seviyordu...

Uğur Mumcu'nun hiç ortaya çıkmamış çalışması... - Resim : 13

MUMCU KÜTÜPHANESİNDEN SAYFALAR...

24 Ocak 1993’te aracına konan bomba ile alçakça katledilen Uğur Mumcu, 23 kitap, 10 bini aşkın köşe yazısı, söyleşi, haber miras bıraktı. Ölümsüz gazeteci Mumcu, böylesine disiplinli çalışkanlığının yanında pek çok “dostluk, arkadaşlık” üretti. Onlar, Uğur Mumcu’yu hâlâ unutamıyor, anılarını o hâlâ yaşıyormuş gibi anlatıyor. Bu yazı dizisinde Uğur Mumcu kütüphanesinden bazı sayfalar sunacağız.