Lâfı evirip çevirmeden cevap veriyorum:
Evet... Yüktür.
Durun, sevgili emekli kardeşlerim, ağabeylerim, ablalarım!
Ben de bir emekliyim.
Ağız dolusu küfür ve beddua etmeden ve elinizde ne varsa bana fırlatmadan, önce yazıyı okuyun da ne anlatmak istediğimi bir dinleyin.
Emekli, sadece bizim ülkemizde değil, dünyanın her yerinde ülke yönetimlerine, hazinelerine bir yüktür. Özellikle de bu işi iyi yönetemeyen, yani emeklililik sistemini doğru dürüst çalıştırmasını beceremeyen devletler için ağır bir yüktür. Ve “devletin yükü” demek de, tabii ki “milletin yükü” sayıldığından, bu yükü hep birlikte üstlenir milletler.
O nedenle, çare de bellidir. Yukarıda belirttiğim gibi, “sistemi iyi yönetebilmek”
En temel kısmından başlayalım anlatmaya.
Kimse darılıp gücenmesin. “Ok atan oğlan”a anlatır gibi anlatacağım. Çünkü, neredeyse herkes anlamazdan geliyor.
İnsanlar çalıştıkları süre (muvazzaflık dönemi) içinde, gelirlerinden belli bir kısmını “prim” olarak “emeklilik sistemi”ne yatırırlar. Maaşlı çalışanların işvereni, (kimse kendini de bizi de kandırmasın – kendi cebinden değil, çalışanın maaşından keserek) bu prim denen miktarı devletin “Emeklilik fonuna (sandık diyelim)” aktarır. Serbest çalışan, kendi işini yapan da, kendi iradesiyle bu tür bir “prim”i benzer bir sandığa aktararak, ileride emekli olduğunda alacağı maaşın “kaynağını” oluşturur. Devletler bunu niye yapar? Bireylerin kendi inisiyatiflerine bu işi bırakmamak ve onlara “devlet olarak” sahip çıkıp, “babalık-analık” yapıp, bu imkanı merkezi biçimde yaratabilmek için yapar.
Buraya kadar anlaşılmadık bir durum yok, değil mi?
Küresel çapta bilenen bir uygulamadır bu.
Sonrasında ne mi olur?
Bu insanlar, emeklilik sürelerini doldurduklarında, o fonu yatırdıkları otoriteden (buna devlet diyoruz), insanca yaşayacakları miktarda bir düzenli gelir talep ederler. Buna da “emekli maaşı” diyoruz.
Burada da mutabık mıyız?
Ancak sorun, “prim yatırma ve maaş talep etme” arasındaki dönemde, bu paralara ne olduğunda yatıyor. Eğer sen bu primleri alıp, “Nemalandırma” dediğimiz işlemle çoğaltmanın, yani “ileride maaş ödemesi için lazım olacağını bilerek değerlendirmenin” yolunu aramazsan, “Emekli” dediğin insanoğlu senden insanca maaş alep ettiğinde ödemek sana “zor gelir”... Yani işte o zaman (tam da bizim ülkemizde olduğu gibi) “yük” haline gelir o insanlar..
Demek ki ne yapacağız?
O ödenen primleri, akıllı ülkelerin yaptıkları gibi, “cebe atmayıp, devletin başka dileklerini kapatmakta kullanmayıp, akıllı biçimde nemalandıracağız. Ülkede veya küresel platformlarda, getirisi çok yüksek alanlarda değerlendireceğiz. Çoğaltacağız ve o havuza dokunmayacağız. O havuzu, babamızın malı (parası) gibi, pavyon hovardasının kumarda kazandığ ıpara gibi görmeyeceğiz”
Şimdi gelelim, sözünü ettiğimiz o “Yük”ün büyüklüğüne...
Bu işlere son derece vakıf, devletin sayılarını, verilerini çok iyi bilen bir uzman arkadaşımdan aldığım bilgilere istinaden aktarıyorum:
Şu anda ülkemizde her 1.6 (bir nokta altı) çalışan, 1 (bir) emekliye bakıyor. Bunun “ideal” oranının evrensel standartlara göre, 4 olması gerekiyor. Yani 4 kişinin geliri ile 1 kişiye bakmalı.
1999 yılında bu oranın 2.03 olduğunu, yani o günlerde bile yaklaşık 2 çalışanın 1 emekliye baktığını söyleyelim.
2000 yılında bütçeden sosyal güvenlik sistemine yapılan transfer toplam milli gelirin % 2,6’sı kadarken, bu oran 2021’de % 3.5’a çıkmış... Daha da artacak.
Almanya’da, çalışan/emekli oranı şu anda 2,5 kişiye 1 kişi. Yani onlar bile idealden bir hayli uzak. Bu da diğer gelişmiş toplumlarda olduğu gibi, yaşlı nüfusun giderek daha da artmasından kaynaklanıyor. Ama yine de Almanya dahil gelişmiy ekonomiler, emeklisini bizdeki gibi “açlığa” mahkûm etmemeyi beceriyor. (bkz. Buralara gelip sultanlar gibi tatil yapan Alman-İngiliz-Fransız-Hollandalı vs.) emekliler.
Çünkü, bütçeleri bizim gibi “olağanüstü eksilerde” değil, artıda seyrediyor. Çünkü ekonomilerini iyi yönetiyorlar. “Nas”la filan uğraşmıyorlar. Hırsızlık dizboyu değil. Çünkü milletten alıp çetelere yedirmiyorlar filan. Çünkü, Saraylara harcadıkları paraları millete harcadıklarından daha fazla değil. Bunları anlatmaya bile gerek yok.
Buraya kadar anlaşılmayan bir şey var mı?
O zaman sizi biraz daha üzmeye devam edelim.
Yukarıda anlattığım manzara, yani “yük”ün büyüklüğü, maalesef bu ekonomik tercilerle daha da artacak. Şu anda (bkz. Yukarıdaki oranlar) 1.6’ya 1 olan oran, belki 1’e 1 ve hatta orta vadede 1’e 2 olacak. Yani her bir çalışan, 2 emekliye bakmak zorunda kalacak.
Nasıl?
Sandığa giderken hiç aklınıza gelmedi değil mi bunlar?
Şimde, eğri oturalım doğru konuşalım. CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu hemen her seçim öncesinde (evet kaybettiği her seçim) emeklilere (mealen) şöyle seslenmiyor muydu?
“Ey ülkemin değerli emeklileri (16 milyon?) sizleri açlığa mahkum eden bu AKP’ye yine gidip oy verip, sonra yine mi ağlayacaksınız?... Bari bu sefer yapmayın..”
Yani, Sayın Kılıçdaroğlu’nu 1500 değişik konuda eleştirebiliriz (ki herkes savunurken ben eleştiriyordum) “Kemal’i öldür ama hakkını da teslim et.”
Çözüm belli. Ekonomiyi iyi yöneten, tercihlerini iyi yapan. Önceliklerini iyi belirleyen ve bu ülkenin 100 yıldır her bir karış toprağında her bir üretim yerinde mevcut değerlerini üreten emeklilerin onurlarına yaraşır bir maaş alabilmesi için, “sistemi iyi yönetebilen, parayı iyi çevirebilen” yönetimlere ihtiyacı var.
Yoksa bu yükün altında hepimiz birlikte ezilmeye, ezim ezim ezilmeye devam edeceğiz. Daha da fazla büyüyen bu yükün altında.
Bunları yazan bendeniz de yaklaşık 10 yıldır emekliyim.
Üstelik de pek çok emekli gibi, maaşım yetmediği için belki de gencecik bir yurttaşımın ekmeğine engel olacak şekilde, bu yaşımda (gücün kuvvetim yerinde ama, teorik olarak kenarda dinlenmem, rölanti bir iş yapmam gereken bir yaşta) hala “full time” çalışıyorum.
Bundan da hiç mutlu ve memnun değilim.
Dün berbere gittim.
Bir saç kesimi olmuş 230 TL (ikiyüzotuzTeLe)
Haydi hepinize hayırlı tıraşlar.