Türkiye, bu akşam Yargıtay’dan gelen haberle, artık “Daha da az özgür bir ülke” haline dönüşmüştür.
Denilebilir ki, “Zaten ne kadar özgürdük ki?..”
Bunu diyenler de haklı sayılır aslında.
Siyasi iktidarın yargıya müdahalesi, geçen 20 yılda pek çok kez kendini değişik ölçülerde göstermiş ve bizzat iktidarın başı tarafından, kumpas davaları sürecinde kullanılan “Ben bu davanın savcısıyım” ifadesinde şekil bulan bu anlayış, giderek, “Hem savcısı, hem yargıcı, hem temyiz makamı, hem de AYM kararcısıyım”a kadar gelişmiştir.
“Evrilmiştir” demekten imtina ederem, çünkü “evrim” biraz olumlu bir anlam içeren bir sözcüktür Türkçede.
Gezi Direnişi davası, en başta 2010’lu yılların ilk kısmında Türkiye’yi etkisi altına alan FETÖ-AKP işbirliği ile düzenlenmiş kumpas iddianamelerinin tipik örneklerinden biriydi.
2013 yılı Mayıs sonu ve Haziran ayında Taksim Gezi Parkı’nda yakılan bir “isyan” ateşinin dalga dalga bütün yurdu sardığı, 80 ilimizde bu ateşin büyük bir “toplumsal itiraza” dönüştüğü şanlı bir direnişti Gezi.
On milyonlarca insanın, toplumun her kesiminden bireyin, sadece “Üç beş ağaç” diye küçümsenmeye çalışılan ama aslında muktedir kibrine karşı her anlamda yükselen bir itirazın simgesiydi.
Cumhuriyet tarihinin, bu ülke insanları açısından en övünülecek meşru, meşru olduğu kadar da kutsal bir isyanıydı.
Bu isyan sırasında 10 yiğit memleket evladı hayatlarını kaybettiler.
O direnişle ilgili açılan ve yine FETÖ’cü yargının izlerini buram buram yansıtan iki dava da beraatle sonuçlanmış ve direnişin meşruiyeti adeta tescil edilmiştir.
Ama, o dönemde bunu tersine çeviremeyen iktidar, aradan geçen süreçte peşpeşe hilelerle kazandığı seçimler ve referandumlarla elini daha da güçlendirerek, artık yargıya daha da fütursuzva ve utanmazca müdahale edebilme cüretini yükseltmiştir.
Sonunda açılan ve bugün Yargıtay’ta cezaların bazılarının onaylandığı bu dava, aslında Gezi’den sorumlu tutulan 7 kişi nezdinde “Yok öyle yağma.. Suyumu bulandırdınız. Bunun bedelini ödeyeceksiniz” diye bir haykırıştır iktidar cenahından.
Bugün Yargıtay’tan 5 kişi hakkında çıkan ceza onaylarının en önemli unsurlarından biri, hiç kuşkusuz AİHM’in bile “tutukluluğuna güzlü biçimde itiraz ettiği” Osman Kavala’nın artık “Hükümlü” durumuna düşürülmesi, son seçimde Hatay’dan Milletvekili seçilmesine rağmen zindanda “rehin” tutulan Avukat Can Atalay’ın da “Tutuklu durumundan hükümlü durumuna geçirilerek tahliyesinin zorlaştırılmak istenmesidir”
Elbette Mücella Yapıcı, Hakan Altunay ve Yiğit Ali Ekmekçi’nin beraatleri (Mücella ve Hakan’ın tahliyeleri) sevindirici bir haber sayılmalıdır. Ama, durumları hemen hemen aynı olan bu isimlerin bile itiraz edecekleri tahliyelere de ayrı bir anlam yüklemek doğru olabilir. Yargıtay bu “ayrımı” yapmakla, bir anlamda “Bakın, siyasi bir dava diyordunuz. Kasıtlı bir toptancı hüküm diyordunuz. Ama bazılarını bıraktık” diyerek, pekala göz boyamaya çalışmakla suçlanabilir.
Ancak ben bugünkü kararla, aslında mahkum edilenin ve (maelesef bu tabiri kullanmaya mecburum) “haklı olarak mahkum edilenin”, Gezi Davası sanıklarının arkasında durmayan milyonlarca Gezici olduğuna inanıyorum.
Arkalarında duramadık.
Birinci derece mahkemede mahkum edildikleri günü hatırlayın.
Çağlayan Adliyesi’nde “Biz de Geziciyiz. Biz de oradaydık. Biz de gururla katıldık o isyana” diyen kaç kişi vardı?
Kendi aramızda, sosyal medyada, orada burada, ekranda, gazete sütunlarında söylemek yetmiyor bunu.
Meydanda, sokakta, caddede, Türkiye’nin dört bir yanında haykırmalıydık bunu. Yani Gezi’nin bir suç olmadığını, “Gezici olmanın” bir suç olmadığını, bu arkadaşlarımızın, asla ve kat’a suçlu olmadıklarını.
O yüzden hepimiz suçluyuz ve bu mahkumiyeti hakettik.
Haketmeyen birileri varsa, 500 günü aşkın bir süredir zindanda karar bekleyen o 7 (Yiğit Ali zaten yakalanmadı ve girmedi içeri) insandır.
Suçluyuz. Ama direndiğimiz için değil, “faturanın, 8 kişiye kesilmesine engel olamadığımız için”
Suçluyuz hepimiz, toplu ve meşru bir direnişin arkasında duramadığımız için.
Suçluyuz hepimiz, Gezi’nin birinci yıldönümünde bile en azından bir yıl önceki sayıların bir kısmını bile meydanlara yığamadığımız için.
Suçluyuz hepimiz, Anayasadan ve yasalardan kaynaklanan meşru başkaldırı hakkımızı, sivil itaatsizlik hakkımızı kullanmakta ısrarcı olmadığımız için.
Evet... Gezici olmakla övünüyoruz.
Ama hayır... Bu haksızlığın karşısında daha güçlü ve daha kalabalık duramadığımız için de başlarımız öne eğik olmalı.
Aynı gün, yani 28 Eylül 2023 günü, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği “Çifte MTV uygulaması hukuksuz değildir” kararını engelleyemediğimiz için.
Bir festivalde, mülki amirlerin, yargının ve gerici siyasi baskıların önünde duramadığımız, yani kültür ve sanat alanındaki özgürlüklere sahip çıkamadığımız için.
Yazıklar olsun bize.
Ders olsun bizlere.
Ama bu yenilgi, mücadele azmimizin, kararlılığımızın ve haklılığımızın zerre kadar zedelemesine izin vermemeli.
Bundan çıkaracağımız dersle, önümüzdeki günlerde daha da artacağı kesin olan “Yargı bağımsızlığı ihlallerine karşı” durmanın önemini artık kavramalıyız.
Emin olun, bu baskılar ve “İktidarın hem bavcı, hem yargıç hem de temyiz makamı olduğu” kararlar peşpeşe üzerimize yağacaktır.
Ya birlikte direnecek ve tarihe böyle bir halk olarak geçeceğiz.
Ya da bu faşist baskının altında kalma, bu baskının esiri olma hezimetini yaşayacağız.
Karar da seçim de bizim.
Yenilirsek, bu insanlar boşuna bu kadar süre hapis yatmış olacak.
Yenilirsek, Gezi direnişinde hayatlarını verenler boşuna toprağa düşmüş olacaklar.
Tarihi bir görev bizleri bekliyor.