BIST 100 8.852 DOLAR 34,24 EURO 36,94 ALTIN 2.937,69
16° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Abbas için kötü sinyaller...

Seçim sath-ı mailinde anketlerin sonuçları tartışılırken, bazı siyasetçilerin ya da sıradan insanların yaptığı doğru bir değerlendirme vardır:

“En doğru anket, sandığın ta kendisidir...”

Her ne kadar burada kastedilen şey “hilesiz hud’asız”, yani trafosuna kedi girmemiş, seçmen listeleriyle oynanmamış, elektriklerin bir gece ansızın kesilivermediği ya da meş’um bir öğle vakti “mühürsüz ahlaksızlıkların” yaşanmadığı seçim ya da referandumlar ise de... Yine de, sandık en geçerli gösterge sayılmalıdır. Anketlerin “biraz olsun” gerçek sonuca veya seçim öncesinde gerçek “nabza” yaklaştığı durumlar olmamış mıdır? Tabii ki olmuştur. Ama bizim toplumda, geçen düzinelerle seçim öncesinde yapılan anketler şunu göstermiştir ki, başlıca iki nedenle bunların pek güvenilir olmadığı ortadadır.

1. Anketin yapıldığı yöntemler konusunda, hem Türkiye’de hem de dünyada uzunca bir süredir yapılan tartışmalar henüz doyurucu bir sonuca ulaşmamıştır.

2. Bizimki gibi, demokrasisi tam gelişmemiş ülkelerde genellikle yüzyüze veya telefonla yapılan anketlerde, denekler yani potansiyel seçmen, karşısındaki anketöre ya da “kulağını kabartmış telefonu dinliyor olması muhtemel iyi sıhhatte olsunlar”a güvenemediği, için her zaman doğruyu söylemeyebiliyor.

O yüzden ben de, kimi zaman birbirinden 180 derece farklı yönlerde sonuçlar açıklayan anket şirketlerine (kimse kusura bakmasın) çok fazla güvenmem.

Peki neye güvenirim?

Biraz da uzun yıllara dayalı (yaklaşık 45) habercilik geçmişimden kaynaklı bir ölçütüm var. O da, “günceli iyi takip edip, esen rüzgara, havanın nemine ve sıcaklığına, basınca ve ağaçların kokusuna” bakmaktır.

Bugün itibarıyla, mevcut despot rejimin, yani 21 yıllık AKP iktidarının gidici olduğu konusunda hiçbir kuşkum yok. Ama her despot rejim gibi, özgürlükleri boğazlayan ve seçimlere müdahaleyi, en azından özgür ve “delikanlı gibi siyasi yarışmayı” engelleyen tüm otoriter rejimler gibi, sonuçlara müdahale edebilmek için ellerinden geleni yapacaklarına da kuşkum yok. Bunun için, bakınız 2015 seçimi, bakınız 2015 tekrar seçimi, bakınız 2017 mühürsüz hileli referandumu, bakınız 2019 İstanbul seçimleri...

Peki, 14 Mayıs’a giden yolda, iktidarın neden artık “seçilebilirlik vasfını yitirdiğini” nasıl bu kadar iddia ile söylüyorum?

Son birkaç gündür (belki haftadır) yaşanan bir iki siyasi gelişme, neredeyse “bas bas bağırarak” buna işaret ediyor da ondan.

Şu anda ülkeyi yöneten siyasi hareket ve liderlik, neredeyse benim gibi sıradan bir gazetecinin Twitter, Facebook, Instagram hesaplarının toplam etkileşimden (hattâ ve hattâ takipçi sayısından) bile daha az oy potansiyeline sahip hareketlerden veya liderlerden medet ummaya başladıysa, ben buna “Çaresiz çırpınışlar dönemi” derim. Haklı da olurum.

Düşünebiliyor musunuz? Bir Doğu Perinçek’ten, bir Muharrem İnce’den (Aman! Bana da küser mi acaba? Bilmem? Çok da umurumda değil. Politikacı küstürmek benim için onurdur), bir Fatih Erbakan’dan, Hizbullah uzantısı Hüda-Par’dan medet ummaya başladılarsa, “panik ve çaresizliğin” en somut göstergeleri sayılmaz mı?

Yıllarca on milyonlarca seçmeni kontrol edebildiği varsayılan bir siyasi hareket, bugün 3 bin, 5 bin oyun peşinde adeta “yalım yalım yalvarır” hale, taviz üstüne taviz vermeye hazır bir duruma düşmüşse, bu saatten sonra “geçmiş olsun” demekten başka söz kalmamıştır.

Dahası, yıllar önce “Tu kaka edilerek, aşağılanarak, yabancı ajan muamelesi” yapılarak Saray’dan adeta kovulur gibi gönderilen Mehmet Şimşek’i davet edip, kapıya da (sanki alacağın cevap garanti imişçesine) bilcümle medyayı, kameraları dizip, sonra da seni refüze edip “arka kapıdan” çıkıp gitmesine izin veriyorsan, “geçmiş olsun” demekten başka çare yoktur.

O Mehmet Şimşek ki, görüşme sonrasında “Benim Londra’da işim gücüm var abi.. Beni bulaştırma bu işlere. Ama bir şeyler danışmaya ihtiyacın olursa bir alo dersin...” üslubu ile, biraz da “üstten” bir Twitter mesajı ile seni “açığa” düşürüp gidiyorsa...

Kusura bakma Abbas...

Musa Eroğlu’nun o meşhur dizeleri ve ezgisi ile, “Yolun Sonu Görünüyor” kasetini arabanın kasetçalarına (evet, kasetçalar eski model bir söylem oldu.. ama siz de artık eski model oldunuz, kusuruma bakma) takma zamanı gelmiştir.

Hattâ geçmiştir de...

Dönem “suni teneffüs” (gençler yapay sonulum diyor) zamanıdır.

Zaman Mp3 player, hattâ bluetooth üzerinden Spotify dinleme zamanıdır.

Sorry Harry.

You must go...

Casablanca filmindeki ünlü replik bile kurtaramaz seni:

“Play It Again Sam (Mehmet)” dediğin bile, “No Sir” diyor artık.

Üstelik kibarca bile değil.