BIST 100 8.875 DOLAR 34,23 EURO 36,97 ALTIN 2.925,68
16° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Doğa belgeseli

Önümüzdeki Cuma günü, Büyük 6 Şubat Depremi’nde hayatını yitirenlerin (yaygın deyimle) “40’ı çıkacak”.

Tam 38 gündür, medya olarak neredeyse “duvardan duvara” denilebilecek bir şekilde, uzun süre de aralıksız olarak, deprem yayınları ile olup bitenleri, bölgedeki yıkımı, yaşananları, felaketin geri planını, nasıl ve neden bu boyutta gerçekleştiğini anlatıp duruyoruz.

Çarşamba sabahı işimizin başına geldiğimizde, bu sefer farklı ama yine de çok tanıdık bir başka bir felaketin görüntüleri ekranlarımızı kaplamaya başladı. Bu kez de özellikle 3 ilimizde yaşanan sel ve buna bağlı olarak, taşkın ve su baskınlarını aktarıyoruz sizlere.

Yine o klasik görüntüler. Sokakların dere, caddelerin nehir, köprülerin şelale haline geldiği, suyun içinde 1 – 2 tonluk otomobillerin minibüslerin adeta oyuncak “Matchbox” otomobiller gibi yüzdüğü, çöp konteynerlerinin oraya burada kibrit kutusu gibi savrularak su üstünde yüzdüğü, insanların canlarını kurtarabilmek için bir arabanın üzerinde mahsur kaldığı manzaralar.

Yine her zaman olduğu gibi, sel felaketinde de ilk hasar gören ve hizmet dışı kalan, yaralıları bile tedaviye götüremediğimiz “Devlet Hastanesi” haberleri. Sele kapılıp kaybolan insanlar, bodrum katlarını su basan ve içinde yüzlerce kişinin mahsur kaldığı binalar.

Bunlara ek olarak, deprem bölgesindeki yıkımdan sonra canlarını kurtarmak ve hayatta kalabilmek için derme çatma çadırlarda barınmak zorunda kalan ama bu çadırlar da gereken korunaklı altyapı ile kurulmadığı için çadırlarını su basan insanlar. Patlamış kanalizasyon şebekeleri, bunun üzerinden kentlerin tamamına yayılan mikroplu sular, bunların yarattığı salgın hastalık tehlikesi.

Bunların hepsini biraraya getirerek, muazzam profesyonel bir “montaj” çalışması ile bir tür “Doğa Belgeseli” ya da “Afet Belgeseli” hazırlamaya kalksak, hiçbir yayın kuruluşunun veya prodüksiyon firmasının zamanı ve enerjisi yetişmezdi herhalde.

Oysa ki, “Doğa Ana”, bunu bize canlı yayınlarda, kendiliğinden bir hizmet olarak sunuyor.

Adeta diyor ki: “Alın size, neyi yanlış ve eksik yaptığınızın, nerede hata ettiğinizin ve nelerden ders çıkarmanız gerektiğinin bir özeti. Oturun, bu görüntüler üzerinden notlarını alın ve bunların üzerine işini doğru yapan, bilimi referans edinen ülkelerden de öğrenerek, bir daha bunların yaşanmaması için gerekeni yapın...”

Tabii bu “bedava” bir ders değil. Yani bu (temsili) belgeselin hazırlanması için prodüksiyon masrafı ödememiş olsak bile, hatalarımızın bedelini (bugüne kadarki tüm felaketleri biraraya toplarsak) yüzbinlerce can ile ve belki de katrilyonlarca liralık mal kaybı ile, altyapı hasarları ile, bunların yenilenmesi için yine katrilyonlarca yeni yatırımlar ile ödemiş oluyoruz.

Her defasında, belgeselin “izleme seansı”ndan çıkıp bir yığın gevezelik ediyoruz. Çalıştaylar, kurultaylar, komisyonlar, kongreler, tüzükler, yönetmelikler, yasalar, kararlar, kararnameler filan...

Sonuçta yine bildiğimizi okuyor ve bir sonraki felaketin gelip “bizi” şahsen ya da apartman bazında veya şehir bazında vurmaması için dua ediyoruz. “Hocam, İstanbul’da olmaz değil mi hocam? Hocam? Bizim semtin zemini sertmiş diyorlar. Hocam bizim binayı kontrol ettirdik iyi diyorlar doğru mu hocam?..” abuklukları.. Sanki senin binanın yıkılmaması olası bir felaketin seni etkilemeyeceği anlamına geliyor. Bu yıkımların faturası sanki Finlandiya, Kanada, Filipinler veya Uruguay halkına çıkıyormuş gibi.

Oysa ki, bu çareleri üretmesi ve uygulaması gerekenlere verdiğimiz oyların ve tabii ki ödediğimiz toplamda katrilyonlarca verginin işe yaramış olması, ancak bilime kulak asmakla, acı tecrübelerden des çıkarmakla mümkün. Bunu bir türlü anlamıyoruz. Anlıyoruz da, hayata geçirmiyoruz.

Çünkü bizim için önemli olan, şık, görkemli, mümkünse herkesinden daya büyük, daha yüksek, daha da yüksek, en yüksek, mümkünse dünyanın en yükseği yapılar, gerekli gereksiz köprüler ve yollar ve “Zafer Abidesi” ucubeler dikmek. Anadolunun en ücra köşelerine bile, Manhattan, Frankfurt, Chicago, Milano görüntüsü vermenin hevesi peşinde koşuyoruz.

Gidiyorsun Malatya’ya, Şanlıurfa’ya, Mardin’e, Erzurum’a. Binalara bakıyorsun yollara bakıyorsun, “Yahu bilader, buralar Paris olmuş be...” diye sanal bir avuntu yaşıyorsun. İlk afette suratına çarpıyor bu çürük tiyatronun dekoru. Yol müteahhitlerinin en kısa, en ucuz yoldan zengin olması için, zemin etüdü bile yapılmadan çürük çarık yolları, havalimanlarını, köprüleri, üst geçitleri yapması ve daha da semirmesi için kamunun olanaklarını seferber ediyoruz. Yandaş zengin ediyoruz. Milletin parası ile üstelik.

Mesela İstanbul’un su sorununu “100 yıllığına çözme” vaadi ile bizi kandıran kamu otoritesi, yıllardır “Daha hizmete bile girmeden kırılan dökülen” Melen Barajı’nı filan nasıl onaracağını hesaplıyor. Düşünsenize, “daha kullanıma bile girmeden...

Depremin en ağır hasarını alan ilimiz Hatay’da, havaalanını neredeyse “çubuk batırsan su çıkacak” bir araziye yaparken harcanan trilyonların hesabını kimse vermek istemiyor. Sadece havalimanı da değil, neredeyse tüm binalar böyle bir zemin üzerinde yükselmiş ve şimdi “zemin hizasında birer moloz yığını”

13,5 milyon insanımızın açıkta per perişan kaldığı, daha şimdilik resmi ölü sayısının 50,000’e yaklaştığı belki yaralılar ve engelli duruma düşeecek yüzbinlerce, belki milyonlarca memleket evladını göz göre göre kurban ettiğimiz 6 Şubat felaketi bile bizi tam uyandırmışa benzemiyor.

Türkiye’nin yüreğinin attığı, ekonominin ve finansın kalbi durumunda, nüfusun neredeyse ¼’nin yaşadığı İstanbul’u her an vurması muhtemel büyük depremin hasar tahminlerine sanki bir “Sanal matematik oyunu” gibi bakıyoruz. Herkes konuşuyor. Herkes birbirini suçluyor. Herkes topu başkasına atıyor. Ama, maalesef hepimiz çok iyi biliyoruz ki, önümüzdeki 1-2 yıl (Allah esirgesin belki de 1-2 gün) sonra gerçekleşirse, tam anlamıyla hazırlıksız yakalanmış olacağız.

Herkes biliyor ki, 3-4 ay sonra havalar ısınmaya başladığında çıkması muhtemel yeni orman yangınlarına karşı hâlâ yeterli yangın uçağı filomuzu oluşturmadık. Aynı, “Asrın depremi” benzeri yaşadığımız “Asrın orman yangını”ndan ders almadığımız gibi. Herkes biliyor ki, maden facialarına ya da toplu madenci kıyımlarına karşı, “Asrın madenci katliamına” tanık olduğumuz Soma’dan, Ermenek’ten, Zonguldak’tan, Bartın’dan filan zerre kadar ders çıkarmadık.

Herkes biliyor, nasıl ki Zonguldak, Kastamonu, Rize, Artvin ve benzeri sel felaketlerinden ders çıkarmadığımız için bugün bu yazı yazılırken yaşadığımız Şanlıurfa, Adıyaman, Hatay su baskınlarını, daha çok yaşayacağız. Sular çekildikten çöpler temizlendikten sonra dere yataklarına yine binalar dikeceğiz. Yine kanalizasyon ve atık su altyapılarımızı yine çürük çarık inşa edeceğiz. Yine mazgalları tıkamaya devam edeceğiz.

Herkes biliyor ki, yine kentlerimizin ihtiyacını “Şık ama çürük’ yapılar inşa etmek olarak algılayan sakat ve rantçı kapkaççı zihniyet yaşamlarımıza hakim olmaya ve bizlere ağır bedeller ödetmeye devam edecek.

Ders almasını bilmeyen ve “Herkesi enayi kendisini akıllı” zanneden toplumlar, hırsızlara taviz veren onları arasında barındıran, adliyede ya da seçim sandığında cezalandırmayan, maalesef böylesine ağır bedeller ödeyerek var olmaya devam ederler.

Oysa ki, “Doğa Ana”nın bizim için hazırladığı bu belgeselleri iyi izleyip, ekranın başından kalkar kalkmaz harekete geçersek, insan ömrü için çok kısa olmayabilecek ama bir ülkenin tarihi için minicik bir zaman süresince bu sorunları ilelebet çözme şansımız var.

Bunun gerçekleşmesi de, bilime değer veren, Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün “En hakiki mürşit” diye işaret ettiği şeye sarılan, ranttan ve hırsızlıktan arınmış bir iktidar ile mümkündür.

Sandığa gittiğinde bunu iyi düşün ey halkım.

Bir gözün de KRT TV ekranında olsun.

Belgeselin gösterimi sürüyor.

Bu yazıyı okur okumaz, kumandayı eline al ve “dersi” izlemeye devam et.