BIST 100 10.235 DOLAR 32,22 EURO 34,63 ALTIN 2.396,08
20° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Hükümet – Devlet – Başkan

Tarih boyunca, ama özellikle de geçen yüzyılın ortalarına doğru başlayan süreçte (1930’lardan sonra diyelim) dünya çapında yaşananlar, başlıkta sözünü ettiğim “Üçlü ilişki” bağlamında, neredeyse “ansiklopedi maddeleri” niteliğinde gelişmelere tanık olduk.

Bugünlerde de devam eden bu örneklemeler, demokrasisi görece gelişmiş ülkelerde de, az gelişmiş ülkelerde de, özellikle de bizim gibi “gelişmesi gereken” ülkelerde de, bizlere ders kitaplarına geçecek muazzam deneyimler yaşatmakta.

Bu sabah ABD’den gelen haber, 45’inci Başkan Donald Trump’ın evlerinden birini basılıp “Devlet belgeleri aranması” olayı, sözünü edeceğim temel kavrama tarihi bir örnek teşkil edecek niteliktedir:

Seçmenden oy alıp “Hükümet etmek üzere” seçilmiş demokrasi karşıtı liderler (siyasetçiler) kendilerini devletin yerine koymak gibi bir hata işliyorlar. Bu hataya düşünce de “Ben Devlet’im, ne istersem yaparım…” demeye başlayınca, olanlar oluyor. Trump da, anlaşılan, dünyanın dört bir yanındaki bilcümle antidemokrat –despot – otokrat – diktatör zihniyetli siyasetçi gibi bu düşüneye kapılmış. Devlet’in evine, binasına, masasına, koltuğuna oturduğu anda, her şeyi “babasının malı” gibi algılamaya başlamış.

Kendisine “Demokrasi denilen oyunun kuralları çerçevesinde” teslim edilen her şeyi “Şahsi eşyası” gibi kullanabileceğine, Devlet’in belgelerini bile “giderken götürübileceğine” ve hatta, “Hoop bir dakika!” diyen adalet – güvenlik mekanizması (evine gidip) almaya geldiğinde, “Klozete atıp imha edebileceğine” inanmış.

Bu dehşet verici davranış biçimini biz de bir yerlerden tanıyoruz aslında. Hükümet etmek üzere seçilmiş iktidarların “Aldımsa aldım, verdimse verdim. (Demirel demişti bu lâfı bir kez) Mühür bende değil mi? Hükümdar ben değil miyim? Kimseye hesap vermem!.. Size ne kardeşim?” zihniyeti ile yöneten despotların daha da ileri giderek “Ben sadece Cenab-ı Allah’a hesap veririm” (hatırladınız mı?) diyerek, bu demokrasi suçuna (üstelik normalde inançsızlardan daha fazla değer vermesi gerekirken) uhrevi yüce güçleri bile ortak etme arsızlığına başvurduğunu görmedik mi hep?

Oysa, bu despotlar bilmiyorlar ki, ellerindeki o “Mühür” sadece ve sadece “İş görmek ve aldıkları kararların altına basmak üzere” kendilerine “emaneten” verilmiş olup, “Ülkenin ve Devletin varlıklarına – malına – belgesine vs. sahip olmak” gibi bir statüye getirilmiyorlar. Tam da bu nedenle, yaptıkları ettikleri her şey, yani “İcrayı elinde bulundurmaktan kaynaklanan İcracı sıfatı” ile herşeyi Devlet’in kanun ve kuralları ve hatta yerleşik teamülleri içinde yapmak gibi bir yükümlülükleri vardır.

Her şey kayıt - kuyut altında olacaktır. Gizlisi saklısı olmaz devlet işinin. Kamuoyuna açıklanmaması gereken işlerde bile (Güvenlik planları, savaş planları, bazı gizli istihbarat vb.) herşey Devlet’in kasasında duracak, sonradan gelenlerin emrine sunulmak üzere bekleyecektir. Uluslararası görüşmeler (en kişisel gibi görünenler dahi) Devlet’in resmi tercümanının - bürokratının gözetiminde gerçekleşmelidir.

Hükümet olmak; bu kuralları çiğneme, bu kuralların, Anayasa’nın ve yürürlükteki yasaların dışına çıkma, bunları delme, “bir kerecikten bir şey olmaz” mantığı ile (Turgut Özal bunu bile demişti) ihlal etme hürriyetini sağlamaz siyasetçiye.

Bütün bunlardan daha önemlisi, Devlet’in bürokrasisi, bu kuralları “Başlarına geçen” siyasetçiye bunu bir şekilde hatırlatacak ve bu saydığımız kuralların takip edilmesini, gözetilmesini, yani Devlet’in korunmasını düstur edinecek bir tavır içinde olmalıdır. Yani (Parti hükümetine karşı) Devlet’e sahip çıkmalıdır. Bazı yabancı ülkelerde, yani demokrasisi daha güçlü ülkelerde bu yapılır. Bürokratlar sürekli olarak “hatırlatır” siyasetçiye. (Yes Prime Minister dizisini hatırlar mısınız?). Bir tür fren vazifesi görmelidirler.

Bu dediklerimi hazmedememiş despotik yönetimler ve yöneticiler ise, hem Devlet’e, hem demokrasiye hem de ülkelerine zarar vere vere yönetirler. Sonunda ülke öyle bir hale gelir ki, “Yangını bile O’nun emri gelmeden söndüremeyiz” aymazlığına düşmüş bir bürokrasi ve hükümet kadroları, Devlet’i ele geçiririr. Maazallah.

Ya da ABD’de (Trump örneğinde) olduğu gibi “Giderken şu dosyaları da benim arabaya yükleyin götürelim çocuklar” kepazeliğine tanık oluruz.

Ders almak, “Devlet’in tüm dosyalarına, malına, mülküne sahip çıkmak zamanıdır. Hele ki bugünlerde.

Aman ha!..